14 Ekim 2014 Salı

Çocuklarıma Mektup

Mart 2012'de kaleme aldığım, Kasım 2012'de, ülkedeki gelişmelere tepki olarak facebookta paylaştığım mektubumu kalıcı olması adına bloguma da eklemeye karar verdim. 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu mektubu facebookta yayınlamak gibi bir amacım yoktu ama çocukların beyinlerinin küçük yaşta yıkanma hazırlıklarının sürdüğü, hatta 4+4+4 ile uygulamaya konulduğu bu günlerde belki başkalarına da ilham olması umuduyla yayınlıyorum. 

Daha güzel ve aydınlık bir geleceğe...
  
İNANMAK VE BİLMEK
Sevgili çocuklarım, siz henüz doğmadınız ama ben şimdiden sizi, geleceğiniz dünyadaki çok önemli bir tehlikeye karşı uyarmak için bu mektubu yazıyorum, 10 yaşınıza geldiğinizde okumanız dileğiyle.
Bu mektubu, çok sevdiğim bir bilim adamı ve yazar olan Richard Dawkins’in kendi kızına yazdığı mektuptan esinlenerek yazdım, umarım ve dilerim ki siz de bu insanın kitaplarından okuma fırsatı bulursunuz.
Çocuklar, bildiğimiz şeyleri nasıl bildiğimizi hiç merak ettiniz mi? Örneğin gökyüzündeki minik parıltılar olan yıldızların da aslında bizim Güneşimiz gibi devasa ateş topu olduklarını nasıl biliyoruz? Ve güneşimizin dünyamızın etrafında dolaşıyormuş gibi gözükmesine rağmen dünyamızın güneş etrafında dolaştığını nasıl biliyoruz?
Bu soruların cevabı 'kanıt'tır. Birşeyin gerçek olduğuna kanıt, o şeyi gerçekten görmek, duymak, hissetmek... anlamına gelir. Astronotlar, dünyanın yuvarlak olduğunu kendi gözleriyle görmek için uzayda yeterince uzağa kadar gitmişlerdir. İşte bunun gibi doğrudan görerek öğrendiğimiz şeylere gözlem adı verilir.
Genellikle kanıt tek başına gözlemden oluşmaz ama gözlem her zaman kanıtın arkasında yatar. Mesela bir cinayet işlenmişse genelde katil dışında bunu gören ve bilen yoktur. Fakat dedektifler(polisler), belirli bir şüpheliyi işaret eden birçok gözlemi biraraya getirebiliriler. Mesela cinayete sebep olan bıçağın üzerinde bulunan parmak izleri birisiyle eşleşirse bu, o kişinin bu bıçağa dokunduğunun kanıtıdır ancak cinayeti işlediğini göstermez, (cinayetten vazgeçip bıçağı fırlatmış ve eldivenli başka biri bıçağı alıp cinayeti işlemiş olabilir.) Bir dedektif birçok gözlemi bir arada düşünür ve cinayeti falanca kişinin işlemişse herşeyin yerli yerine oturduğunu ve anlam kazandığını farkeder.
Bilim insanları da genelde dedektifler gibi çalışır. Neyin doğru olabileceği ile ilgili bir tahmin yaparlar, buna hipotez denir. Mesela, dünya yuvarlaksa hep aynı yöne giden bir gezginin bir süre sonra aynı yere gelmesini tahmin edebiliriz. Aynı şekilde bir doktor ilk bakışta sizin kızamık olabileceğiniz(olduğunuz değil) ile ilgili bir tahmin yapabilir. Gözlem yaparak(kırmızı noktalar var mı), dokunarak(ateşiniz var mı) ve duyarak(hırıltılı nefesiniz var mı) tahminini test eder, ve bu testlerin ardından kızamık teşhisini koyar.
Bilimsel metod adı verilen bu süreçle ilgili bir çok kitap ve internette bolca yazı var, bunları bu yayınlardan okuyarak takip edebilirsin. Şimdiye kadar, birşeye inanmak için tek doğru sebep olan 'kanıt'ın nasıl kullanılabileceğini anlatmaya çalıştım. Mektubumun bundan sonraki kısmındaysa birşeye inanmak için üç yanlış sebep hakkında sizi uyarmak istiyorum. Bunlar; gelenek, otorite ve vahiydir.
İlk olarak gelenek. İnsanların çoğunun inançları bir kanıta dayanmaz. Sadece anne babalarının ve onların anne babalarının inançlarını sergilerler. Farklı dini inançları olan insanlarla konuşursan “biz müslümanlar şuna inanırız”, “biz yahudiler  buna inanırız”, “biz hristiyanlar daha farklı birşeye inanırız”, “biz budistler ise şuna  inanırız” gibi şeyler derler. Hepsi farklı şeylere inandığı için tabiki hepsi birden haklı olamaz. Bu kişilerin inançlarının hepsinin gelenekten geldiğini görebilirsiniz. İşte gelenek, inançların büyükanne ve büyükbabalardan çocuğun anne ve babasına, onlardan da çocuğa miras kalması ve böyle sürüp gitmesidir. Geleneksel inançlar çoğunlukla bir hiçlikten başlar, bazen de birileri bunları uydurur. Burda da inanmak ve bilmek arasındaki ince ayrımdan bahsetmek yerinde olur. İnanmak, açıklanamayan birşeyler için kılıf uydurmak gibidir, ve biz insanların esas ihtiyacı bu değildir, esas ihtiyacımız bilmektir, çünkü birşeyi bilince emin oluruz, bu çok rahatlatıcıdır. Birşeyleri bilemediğimiz zaman birileri o şeyi açıklamak için birşeyler uydurabilir ve önce kendisini sonra etrafındaki diğer kişiler buna inandırabilir. Tıpkı kuzey ülkelerinde bir zamanlar yaşayan insanların, şimşekleri yaratan şeyin Büyük Tanrı Thor'un çekiç sallaması olduğuna inanması gibi. Eski Mısırlılar da birçok şeyi açıklamak için Ra'ya, eski Yunanlar ise Zeus'a inanıyordu. Fakat birkaç yüzyıl aktarıldıktan sonra bunların çok eski olması durumu onları çok özel kılar. İnsanlar geleneklere işte bu yüzden bu kadar bağlıdırlar, yüzyıllardır buna inanmışlardır, elbette doğru olacaktır! Ta ki yeni bir inanç gelip bunları çöpe kaldırana kadar, çoğunlukla zorlama yoluyla.
Türkiyedeki çoğu insan Müslümandır ve Müslümanlığın Sünni mezhebindendir, fakat bu İslamdaki mezheplerden sadece biridir, bunun dışında Alevilik ve Haricilik gibi başka mezhepler de vardır. Bunlar da kendi içinde dallara ayrılır. Bunun dışında başka dinden insanlar da vardır. Hepsi farklı şeylere inanırlar. Küçük farklar yüzünden olsa bile insanlar birbirleriyle bu yüzden savaşırlar. Savaştıklarına göre, inandıkları şeye inanmak için oldukça iyi nedenleri(kanıtları) olması gerektiğini düşünebilirsiniz, ama gerçekte hepsinin kökeni farklı geleneklerdir. Mesela sünnilikte, hanefi mezhebinde bir erkeğin kadınlarla el sıkışması normalken, şafiilikte günahtır. Bu yüzyıllar boyu böyle yapıldığı için şafiiler buna inanırlar. Bir geleneği savaş sonucu o ülkeyi istila eden insanlar yıkabileceği gibi az sonra değineceğim bir otorite de yıkabilir, bu da kişinin kendi içinde geleneği mi yoksa otoriteye mi daha çok önem vermesine göre değişebilir.
Aktarılan mucize hikayeleri de geleneğin bir ürünüdür. İslam dinindeki insanlar Muhammed Peygamberin ayı ikiye böldüğüne, Museviler Musa Peygamberin denizi ikiye ayırdığına, Hristiyanlar İsa’nın suyun üzerinde yürüdüğüne, İslamın mezheplerinden alevilik inancındaki insanlar Pir Sultan Abdalın bağlı olduğu idam sehpasından bir anda yokolduğuna, Nur cemaatinden insanlar Said Nursinin dev bir yılanla dövüştüğüne inanır, çünkü birileri bunları uydurmuştur ve yüzyıllar boyunca bu anlatılagelmiştir. Zaten mucizelerin hep fotoğraf makinesi ve kameraların icadından önce veya bunların bulunmadığı uzak yerlerde meydana gelmiş olması bana hep manidar gelmiştir.
Gelenek konusunda mektubumun son kısımlarında tekrar döneceğim, şimdi sırada birşeye inanmak için öne sürülen diğer iki kötü sebep var.
Birşeye inanmak için sizi uyarmak istediğim ikinci neden otoritedir. Bu, önemli bir insanın size birşeye inanmanız gerektiğini söylemesi demektir. İslam dünyasında bir zamanlar en önemli dini otorite halife idi, şimdi ülkemizde bu görev Diyanet İşleri Başkanındadır. Ancak özellikle doğuda bazı yerlerde ise şeyh ve şıh gibi kişiler çok daha yüksek bir otoriteyi temsil edebilmektedir. Bu kişilerin söylemleri üzerine insanlar malesef bazen hiç sorgulamadan kızlarını bile öldürebilmektedir. Korkunç birşey öyle değil mi?
Bilimde de bazen kanıtı kendimiz görmeyiz ve başka birinin sözüne güvenmek zorunda kalırız. Mesela dünyanın yuvarlak olduğunu, ışığın saniyede 300.000 km hızla ilerlediğinin kanıtını kendi gözlerimle görmedim, bunun yerine bana dünyanın yuvarlak olduğunu ve ışık hızını anlatan kitapları okur ve onlara güvenirim. Bu bir nevi otorite gibi gözükür ama aslında otoriteden daha iyidir çünkü bu kitapları yazan insanlar kanıtı görmüştür ve görmek isteyen herkese de açık olduğunu belirtirler, işte bu çok rahatlatıcıdır, çünkü bu bilgi sadece bilimadamlarına saklı kalmamaktadır, herkesin erişimine açıktır.
Otorite sadece din alanında yoktur çocuklarım, şuanda çok anlamadığınız ama büyüyünce anlayacak duruma geleceğiniz siyaset alanında da otoriteler vardır. Hani hergün haberlerde çıkan yaşlı amcalar var ya işte onlardan bahsediyorum. Onlar da belirli düşüncelere göre kendi aralarında ayrışırlar. Biz vatandaşlar da bunların bazı düşüncesini beğenerek onlara destek veririz, oy kullanırız. Bu konuda şuan için fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama, bilmenizi istediğim tek şey otoriteyi her zaman sorgulayabilmelisiniz. Bu otorite, şuan yaşamayan birisi de olabilir. Bizler şuan Atatürkümüzü çok seviyoruz, onun yaptıklarını takdirle anıyoruz, ona minnet duyuyoruz. Ama bu demek değildir ki Atatürkün söyledikleri her zaman doğru kalacaktır. Nasıl marketten aldığımız her ürünün bir son kullanım tarihi varsa, fikirlerin de son kullanım tarihi olabilir. Öyle bir zaman gelecektir ki, Atatürkün söyledikleri de artık geçerliliğini yitirmiş olacaktır. Ama içiniz rahat olsun, şuan için bu konuda bir değişiklik olmadığını, Atatürkümüzün fikirlerinin sapasağlam ayakta durduğunu da bilmenizi isterim, kendisi o kadar ilerici ve yenilikçi bir insandı ki onun fikirlerinin güncelliğini yitirmesi uzuuuuun yıllar alacaktır. Umudum odur ki, siz de bu mektubu kendi çocuklarınıza iletesiniz, ki zamanı geldiğinde onlar ne demek istediklerimi anlayıp doğru olanı yapacaklardır.
Gelelim birşeye inanmak için üçüncü kötü sebebe, bu vahiydir. Az önce söylediğim Diyanet İşleri Başkanının yapacağını pek sanmam ama eğer bir şeyh veya şıh gibi, resmi makamlardan daha uzak ulan bir otorite, bir karar aldığında veya bir bildirimde bulunduğunda bunu nasıl yaptığını sorarsanız size çok büyük ihtimalle kendisine vahiyle bildirildiğini söyleyecektir. Kendisini odaya kapattı, ve Tanrının ona yol göstermesi için dualar etti, düşündü, düşündü, düşündü ve kendi içinde gittikçe daha fazla emin oldu. Otoriteyle vahiy etkisi birleştiğinde ise bazen karşı konulmaz bir güç olabilir. Mesela yine doğu illerimizden birinde şafii mezhebinden bir şıh kendisine vahiy geldiğini söyleyerek kadınlarla el sıkışmanın günah olmadığını söylerse yüzyıllardan beri gelen gelenek yıkılabilir.
Dindar insanlar kendi içlerinde birşeyin doğru olması gerektiğini hissederlerse bunun doğru olması için hiçbir kanıt olmasa bile bu hislerine vahiy ismini verirler. Vahiy aldığını iddia edenler sadece şeyhler ve şıhlar değildir, birçok dindar insan da iddia eder. Bu, inandıkları şeylere inanmalarının temel sebeplerinden birisidir. Ama bu doğru bir sebep midir?
İnsanların bazen içsel hisleri olabilir, bunların bir kısmı gerçekleşmez bir kısmı ise gerçekleşebilir. Bu yüzden, içsel hisler ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar her zaman kanıtla desteklenmelidir, aksi halde bunlar güvenilmezdir.
İçsel sezgiler, bilimde de değerlidir çocuklar ama sadece daha sonra kanıtlar arayarak sınayacağın fikirler vermesi için. Bir bilim adamı, içsel sezgisini hemen test etmeli ve kanıt bulmak için belli bir yönteme başvurmalıdır, zaten bilim insanlarının çoğunun yaptığı, kanıt bulmak için içsel sezgilerini kullanmaktır, ama bunların kanıtla desteklenmediği sürece değerleri yoktur.
Geleneğe tekrar geri dönüyorum ve ona farklı bir açıdan bakacağım. Şimdi size geleneğin bizim için neden bu kadar önemli olduğunu açıklamak istiyorum. Çocukların ilk öğretmeni anne babalarıdır, ilk bildikleri herşeyi onlardan öğrenirler. Sonra da okul başlar. Anne babadan öğrenilen bilgilerin çoğunluğu, okulda öğrenilenlerin de bir kısmı gelenek kaynaklıdır. Çocuğun beyni bu geleneksel bilgiler dahil olmak üzere tüm bilgileri bir sünger gibi emer. Ve bir çocuktan, iyi ve faydalı geleneksel bilgiyi; şeytanlar, cinler, melekler gibi saçma, kanıtsız, dayanaksız kısacası faydasız geleneksel bilgiden ayırt etmesi beklenemez.
Çocukların, geleneksek bilgiyi emmek zorunda olmaları sebebiyle, doğru ve yanlış, haklı ve haksız, büyüklerin onlara söyleyeceği herşeye muhtemelen inanacak olmaları çok acıdır, ama başka türlüsü de mümkün değildir. Yetişkinlerin onlara söylediği birçok şey doğrudur ve kanıtlara dayanır veya en azından mantıklıdır. Fakat eğer bu söylenenlerin bir kısmı yanlış, aptalca ve hatta ahlaksızcaysa  çocukları bunlara da inanmaktan koruyacak hiçbirşey yoktur. Peki, çocuklar büyüdüklerinde ne yaparlar? Tabiki bunu kendi çocuklarına anlatırlar. Bu yüzden birşeye kuvvetli bir şekilde inanıldığında o şey sonsuza kadar gidebilir.
Dinlerde olmuş olan şey bu olabilir mi? Bir tanrı veya tanrılar olduğu inancı, evrenin altı günde yaratıldığı inanıcı, peygamberlerin mucizeler gerçekleştirdiği inancı gibi birçok inanç düzgün kanıta dayanmaz. Yine de milyonlarca insan bunlara inanır. Belki de bunun sebebi, herşeye inanacak kadar küçük yaştayken bunlara inanmalarının söylenmesidir.
Milyonlarca diğer insan farklı şeylere inanır çünkü onlara çocukken farklı şeyler söylenmiştir. Hristiyanlara, İsa'nın Tanrının oğlu olduğu söylenmesi gibi. Her iki grup da kendilerinin haklı, diğerlerinin haksız olduğu konusunda tamamen ikna olarak büyümüştür.
Peki bütün bunlar hakkında ne yapılabilir? Bu konuda sizin bir şey yapmanız çok kolay değil, çünkü siz sadece 10 yaşındasınız. Ama şunu yapabilirsiniz: Bundan sonra birisi(bu ben, anneniz, öğretmeniniz de olabilir) size önemliymiş gibi görünen birşey söylerse, kendi kendinize şöyle düşünün: 'Bu söylenen şeyin bir kanıtı var mı? Yoksa bu, insanların sadece gelenek, otorite veya vahiy yüzünden inandığı türden birşey mi?' Ve bundan sonra birisi size birşeyin doğru olduğunu söylediğinde, neden onlara şunu sormayasınız: 'Bunun için ne gibi bir kanıtınız var?' Ve eğer size iyi bir cevap veremezlerse, umarım size söylediklerinin tek kelimesine bile inanmadan önce çok dikkatli düşünürsünüz.
Canım çocuklarım, bu mektuptaki bazı şeyleri anlamamış olabilirsiniz, bu nedenle bu mektubu her yaş günününde birkez daha okumanızı ve yeni edindiğiniz bilgiler ışığında tekrar değerlendirmenizi dilerim.
Bilim kılavuzunuz olsun.
Sizi çok seven babanız.
3 Mart 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder