21 Ekim 2014 Salı

Hayvan ciftligi

İngiltere’de bir yerlerde birçok hayvanın yaşadığı çiftlikte lider olan ihtiyar domuz bir gün bir rüya görür ve diğer hayvanları etrafında toplar, insanların hayvanları sömürdüğünü ve sonunda hepsini kesip yediklerini söyler. Ayaklanma çağrısında bulunur. Bir süre sonra yaşlı domuz ölür ve yerine 3 genç domuz geçer. İngiltere hayvanlar marşı bestelenir. İsyan hazırlığı başlar.
Bu arada diğer hayvanları sakinleştirmek için kuzgun onlara şeker dağını hatırlatır. “Burada ne kadar zulüm görürsek görelim ölünce hepimiz şeker dağına gidicez, isyana gerek yok” der. 3 domuz ise 'şeker dağı hikaye, inanmayın, hem oraya gidip de gören var mı?’ diye hayvanları ikna ederler.
Neyse bir süre sonra ayaklanırlar ve çiftliği ele geçirirler. Hayvanizm yasaları çıkarılır. Buna göre tüm iki ayaklılar düşmandır, alkol yasaktır, hayvan hayvanı öldürmez vs. vs. ve son olarak; "bütün hayvanlar eşittir".
Domuzlar artık tam kontroldedir. Nerdeyse herşeyi kendilerine ayırmakta, diğer hayvanları enayi yerine koymaktadırlar. 'Bizim beynimiz çok çalışıyor, o yüzden en çok biz yemeliyiz' derler. (Bana birilerini hatırlatıyor)
1.domuz en kötüsüdür,2.daha az kötü,3.domuz ise 1.nin yalakasıdır. 1.domuz sürekli marş söyleyen koyunları ve güvenliği sağlayan köpekleri arkasına almıstır. Domuz1 ile domuz2 ara ara tartışırlar, domuz2 öndeyse koyunlar hemen hayvanlar marşını söylemeye baslar, tabiki kimse bu marşı susturmaya cesaret edemez.
Soru sormak ve itiraz etmek isteyen hayvanlara, köpekler sivri dişlerini gösterirler, bu onları susturmaya yetmektedir. 
Gel zaman git zaman, çiftlikte olmayan ürünlerin sağlanması amacıyla değirmen inşaatına başlanır. Bir sure sonra kış şartları nedeniyle değirmen yıkılır. Çiftliktekileri sefil bir hayat teslim almıştır. Çiftliğin dışında durumun ne kadar kötü olduğuna dair söylentiler dolaşır ama domuzlar hemen yalan bilgi yayarak herkesi çok iyi durumda olduklarına inandırmaya çalışırlar. Bu arada tavukların yumurtalarına el konması sonucu da tavuklar isyan eder ama isyan çok sert bastırılır. Öldükleri yetmezmiş gibi bir de hırsız damgası yerler, zaten bu yüzden öldürülmüşlerdir. Zor zamanlarda İngiltere hayvanlar marşı söylenir ve tek yürek olunurdu ama artık bu da yasaklanmıştır zira bu marş isyan marşıdır. Şimdi ise isyan edecek bir durum yoktu!!!
Durumlar sürekli kötüleşiyordu ama resmi istatistiklere göre her yıl daha da zenginleşiyorlardı. Bu resmi verilere inanmayanlar idam ediliyordu.
Bir süre sonra çiftliğe insanlar saldırdı, hayvanları bozguna uğrattılar, değirmeni yıktılar. Bu durum hayvanları hayli kızdırdı ve sonunda insanları püskürttüler.
Bu arada farkettiyseniz tavukların ölümüyle hayvan hayvanı öldürmez yasası çoktan çiğnenmişti, şimdi bi de bira yapmayı öğrendiler ve alkol yasağı da çiğnenmiş oldu.
Çiftliğin sadık atı Boxer emekli olmayı bekliyordu, o yüzden de çok çalışıyordu. Birgün çok hastalandı. Onun için bir araba geldi ama ambulans değil, kasap. 3 gün sonra resmi açıklama geldi. Boxer için herşey yapılmış ancak kurtarılamamıştır. "Bazı kendini bilmezler, Boxer'ı bir kasabın götürdüğünü söylüyormuş, bu alçakca bir iftiradır, yalandır. Tamam gelen araba eskiden bir kasap arabasıymış ama artık ambulans olarak hizmet görüyor".
Yıllar geçer, çiftlik zenginleşir ama hayvanlar değil sadece domuz ve köpekler. artık her hafta bir bayram kutlanır, bu da hayvanları oyalamaktadır.
Bir zaman sonra tüm domuzlar iki ayak üstünde yürümeye başlarlar. Tüm kanunlar lağvedilir, biri hariç: "tüm hayvanlar eşittir". Ama görünen o ki bazıları daha fazla eşitti!!
Artık insanlar da çiftliğe geliyordu. yemekler, ziyafetler, oyunlar... Ama bir süre sonra aralarında kavga çıkar. Tüm hayvanlar kavgayı izlemekteydi. Hangilerinin insan hangilerinin domuz olduğunu ayırt edemiyorlardı...

14 Ekim 2014 Salı

Empati (Doğu sorunu üzerine empatik bir yaklaşım)

Paralel evrende 3000li yılların başında neler oluyor olabilir, göz atmak ister miydiniz?

Kuantum teorisinin bir yorumuna göre, mevcut durumdaki bütün olasılıklar birbirinden farklı evrenlerde ilerlemeye devam eder. Biz şuanda bu evrenlerden birindeyiz. Farz edelim ki, bir başka evrende Zübeyde hanım bir çocukken ölmüş, ve Atatürk doğmamıştır.

Tarih 1919’u göstermekte, Osmanlı teslim bayrağını çekmiş ve Yunanlar Anadoluyu ele geçirmiştir.
Aradan birkaç yüzyıl geçer, dilleri ve dinleri farklı olsa da yemekleriyle, müzikleriyle, kültürleriyle birbirine yakın olan Türkler ve Yunanlar zamanın da etkisiyle artık kardeş olmuştur. Uzun süre beraber mutlu mesut yaşarlar. Zaman zaman yine bölgesel savaşlar çıkar, Rusya gibi büyük komşu devletere karşı omuz omuza savaştıkları bile olur. Hem Yunanlardan hem Türklerden çok  asker ölmüştür bu savaşlarda, ama sonuçta bütün hepsinde ülkeyi(Büyük Yunanistan) birlikte savunurlar.

Yunanlar zamanla çok büyük bir devlet haline gelirler, bunların bu kadar büyümesinden hoşlanmayan diğer devletler Yunan devletini çökertmenin çaresini bu toprakların en büyük iki etnik grubu arasına, Yunanlar ve Türkler arasına nifak sokmakta bulur. Bazı Türk gençleri bunun için ayarlanır ve birgün bir okulda Yunan andı okunurken bir Türk genci “Yunan olduğum için gururluyum” demek yerine, “Ben Yunan değilim, Türküm” diye bağırır ve bu iki millet arasına sokulan ilk nifak tohumu olur. Olaylar yaygınlaşır, bazı noktalarda isyanlar çıkar ama kısa sürede bastırılır. Bu arada Yunanlar kendilerine kurulan tuzaktan bihaber “Tamam özünüzde Türk olabilirsiniz ama biz burda Yunan derken Yunan toprakları üzerinden yaşayan herkesi kastediyoruz, bu bizim halkları birleştirme politikası gereği oluşturduğumuz bir söylemdir, anayasamıza göre bu toprak üzerinde yaşayan herkes Yunandır” gibi söylemlerle Türkleri Yunan olduklarına ikna etmeye çalışır. Çeşitli gerilimler sonucu Yunan devleti asimilasyona başlar, “Burası Yunan toprağı, anadilimiz de Yunanca, bizim alfabemiz tüm Avrupa medeniyetlerinin alfabesinin kökenidir, medeniyetimiz tüm Avrupa medeniyetinin kökenini oluşturur, sizin köklerinizi oluşturan Türkler ise barbar göçebe kavimleridir, insanlığa da çok büyük bir katkısı olmamıştır” der, bunları diyerek yüzlerce yıldır süregelen Türk-Yunan kardeşliğini baltaladıklarını farkında bile değillerdir. Bazı isyancı Türk gençler ise kendi çaplarında birşeyler açıklamaya çalışır, Türklerin de bir medeniyet kurduğunu v.s anlatır ama bunlar Yunan devletine tırıvırı olarak gelmektedir. Devlet bakar ki, isyancı Türkler geri adım atmayacak, şunları biraz ezeyim der, ve dış mihrakların ekmeğine yağ sürer, çünkü asimilasyon tüm Türklere yönelik yapılmaktadır, sadece isyankar olanlara değil. Önce Türkçe yasaklanır, sonra Türkler önemli kadrolara getirilmemeye başlanır, birçok yerden dışlanırlar, Türk bölgelerine yatırım yapılmaz, Türklere karşı yoğun bir ayrımcılık başgösterir. Yıllar geçer, arada birçok tatsız tuzsuz olay olur, Türklerin sabrı sürekli zorlanmaktadır ve birgün bi grup Türk dağa çıkar, Büyük Türkiye Örgütünü (BTÖ) kurarak özgürlük mücadelesi başlatırlar. Artık Yunan devleti gözünde onlar teröristtir. Uzun yıllar bu terör(!) olayları devam eder, gerek Türklerin yaptığı terör saldırıları(ki Türkler bunu terör olarak görmezler), gerek Yunan devletinin askeri operasyoları(ki esas bunlar Türkler tarafından terör olarak adlandırılır) sonucunda binlerce insan ölür. Bir süre kimsenin aklına “yahu bu Türkler ne istiyor” sorusunu sormak gelmez, gerek devlet, gerek ordu gerek medya Türklere terörist damgasını vurmuş, Yunan halkına da bunu bu şekilde belletilmiştir. Türklerin bir kısmı sadece kendilerine insan gibi davranılmasını, etnik kimliklerinin korunmasını isterken bir kısmıysa ayrı devlet haline gelmek ister. “Hoooop orda dur” der Yunan. “Bu ülke bizim, bu ülkeyi biz kurduk” der. Türk de derki, “yav ben zaten yüzlerce yıl burdaydım, sen geldin benim toprağımı işgal ettin, üstelik sen bu ülkeyi kurduktan sonra senle her savaşta omuz omuza savaşmadım mı”. Yunan bu lafları duymazdan gelir, Türk aynı şeyleri yineleyip durur. Yunan halkı da medyası da “hele bak şu şerefsizlere, onları 1. Dünya savaşında tamamen yeryüzünden silmediğimize dua etmiyorlar, o kadar insanımızı öldürüyorlar, kalkıp bi de bağımsız olmaya çalışıyorlar” mesajlarına ağırlık verir. Her Yunan askeri öldürülüşünde insanlar galeyana gelir, küfür kıyamet kopar gider, Türklerden de televizyona çıkıp “Yunan özel timleri köylerimizi basıyor, kızlarımıza tecavüz ediyor......” gibi önemsiz(!) gerekçeler sunarken Yunan halkının büyük çoğunluğu “Az bile yapıyolar size şerefsizler, sizin topunuzu s...mek lazım” gibi insanlıktan nasibi almamış ifadeler dile getirirler.

Bu arada bazı Türk gruplarının ayrı devlet olmaya çalışması gerçekten kendi isteği midir, yoksa dış mihrakların oyunu mudur, orası hala bilinmez. Şu bir gerçektir ki, istedikleri bazı haklar vardır, o da Yunanlarla eşit olmak. Bunun aynı topraklar üzerinde mi sağlanacağı, farklı bir devlet kurulup da onun üzerinde mi sağlanacağı söylentidir, dezenformasyondur: Yok Türkler dış güçlerin oyununa geliyor, onların kuklası oluyor, yok derin Yunan devleti Türkleri el altından destekliyor, yok Türkler aslında bağımsız bir Türk devleti değil de büyük Arabistanın kurulmasını sağlamak için taşeron görevi görüyor, v.s. v.s. her kafadan bir ses çıkar. Kimse de olayın aslını astarını net olarak bilmeden ahkam kesip durur, ama herkes kendince olayın aslını biliyordur!

Herkes çözüm önerisi aramakta, insanlar ölmesin istenmektedir. Belki Yunan devletinin Türklerin bağımsızlığını tanıması gerekiyor, ama bunun sonuçlarını iyi düşünmeleri lazım. Türk devleti kurulduktan sonra acaba dış güçler Türkleri bu topraktan atıp oraya kendileri yerleşecek ve Yunanların büyümesini mi engelleyecek, belki de amaçları tamamen Yunanları yoketmektir, kimbilir! Belki de bütün bunlar komple teorisidir, Türkler artık başka bir milletin boyunduruğu altında yaşamak istememektedir, tamam bu ülkeyi Yunanlar kurmuştur, ama bu çok eskidendi, ondan önce de Türkler burdaydı, ayrıca komşu devletlerle olan savaşlarda onlar yer almasaydı belki Yunan devleti çoktan yıkılırdı, o yüzden bu topraklar onların da hakkıdır, ve kendilerini yöneten insanlardan memnun olmadıkları, çok baskı gördükleri için de ayrılmak istiyor da olabilirler, bilinmez.

Bütün bu söylentiler olup giderken Yunan devleti kimsenin beklemediği birşey yapar: Devlet büyükleri uzun diyaloglar sonucunda bu terörist grupları etkisiz hale getirmenin yolunu bulmuştur, BTÖ’nün arkasındaki halk desteğini çekmek, zira bu örgütün arkasında ne kadar dış güç olursa olsun esas lokomotif güç Türk halkından gelmektedir. Analiz doğrudur, arkadaki dış güç sadece besleyendir, istedikleri kadar beslensinler, omuzlarına çıkamayacakları bir halk olmadığı sürece asla ayakta duramayacaklardır. Yaptıkları ise çok basittir: Türklerden samimi bir özür dilemek. Ve cumhurbaşkanı TV’ye çıkıp meşhur konuşmasını yapar: “Sevgili Türk yurttaşlarım, 50 yıldır ülkemiz topraklarında çok kan döküldü, hem bizden hem sizden. Bütün bunların nedeni ülkemize kurulan tuzağı göremeyen basiretsiz politikacılarımızdır, biz bu acıların yaşanmasını artık istemiyoruz, eminim sizler de istemiyorsunuzdur. Sizlere çok büyük yanlışlıklar yaptık Türk kardeşlerim, sizi hakir gördük, çok özür dileriz, yaşanan bütün acılar için çok üzgünüz, ama size söz veriyor ve anayasal güvence sunuyoruz; size her tür hak sağlanacak, biz devlet olarak hepinizin anasıyız babasıyız, siz evlatlarımız arasında ayrım göstermiycez, siz de Yunanlar da her yönden eşit olacaksınız, hepinizi eşit seveceğiz. Ama gelin bu topraklarda birlikte yaşayalım, birlikten kuvvet doğar, güçlerimizi bölmeyelim, kolay lokma haline gelmeyelim, kimsenin ekmeğine yağ sürmeyelim, gelin bu ülkeyi birlikte yönetelim”.

Bu çağrı Türk toplumunda büyük kabul görür ve bundan sonraki seçimlerde ayrılıkçı Türkleri Yunan meclisinde temsil eden parti 1 milletvekili bile çıkaramaz ve bunun üzerine kendilerini feshederler. Arkasında derin devlet mi vardı, dış güçler mi vardı, yoksa sadece halk mı vardı bilinmez ama BTÖ de gelişmeler üzerine kendini fesheder, çünkü hep savunduğu “30 milyon kişi bizim yönlendirdiğimiz partiye oy veriyor, demek hareketimizi destekliyorlar” tezi geçerli değildir, hala terör faaliyetlerini sürdürebilecek güçte olsalar bile bundan sonra dünya kamuoyu önünde destek bulamayacaklarının farkındadırlar. Zira artık kaşınacak bir yara kalmamıştır, hastalıklı vücut iyileşmiştir. Ve iki halk şiddetten uzak bir ortamda mutlu mesut yaşadılar.

Bu yukardaki senaryo, Türkiye gerçeği ile birebir örtüşmeyebilir, derin bir tarihsel araştırma yapmadım, kendi çapımdaki bilgi birikimimle bir hikaye oluşturmaya çalıştım ama biraz olsun benzerlikler görmüşsünüzdür diye umuyor ve herkesi biraz empatik ve sağduyulu olmaya davet ediyorum.

Herkesin memnun olacağı, herkesin kazanacağı bir çözüm bulunması dileğiyle...

Çocuklarıma Mektup

Mart 2012'de kaleme aldığım, Kasım 2012'de, ülkedeki gelişmelere tepki olarak facebookta paylaştığım mektubumu kalıcı olması adına bloguma da eklemeye karar verdim. 
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu mektubu facebookta yayınlamak gibi bir amacım yoktu ama çocukların beyinlerinin küçük yaşta yıkanma hazırlıklarının sürdüğü, hatta 4+4+4 ile uygulamaya konulduğu bu günlerde belki başkalarına da ilham olması umuduyla yayınlıyorum. 

Daha güzel ve aydınlık bir geleceğe...
  
İNANMAK VE BİLMEK
Sevgili çocuklarım, siz henüz doğmadınız ama ben şimdiden sizi, geleceğiniz dünyadaki çok önemli bir tehlikeye karşı uyarmak için bu mektubu yazıyorum, 10 yaşınıza geldiğinizde okumanız dileğiyle.
Bu mektubu, çok sevdiğim bir bilim adamı ve yazar olan Richard Dawkins’in kendi kızına yazdığı mektuptan esinlenerek yazdım, umarım ve dilerim ki siz de bu insanın kitaplarından okuma fırsatı bulursunuz.
Çocuklar, bildiğimiz şeyleri nasıl bildiğimizi hiç merak ettiniz mi? Örneğin gökyüzündeki minik parıltılar olan yıldızların da aslında bizim Güneşimiz gibi devasa ateş topu olduklarını nasıl biliyoruz? Ve güneşimizin dünyamızın etrafında dolaşıyormuş gibi gözükmesine rağmen dünyamızın güneş etrafında dolaştığını nasıl biliyoruz?
Bu soruların cevabı 'kanıt'tır. Birşeyin gerçek olduğuna kanıt, o şeyi gerçekten görmek, duymak, hissetmek... anlamına gelir. Astronotlar, dünyanın yuvarlak olduğunu kendi gözleriyle görmek için uzayda yeterince uzağa kadar gitmişlerdir. İşte bunun gibi doğrudan görerek öğrendiğimiz şeylere gözlem adı verilir.
Genellikle kanıt tek başına gözlemden oluşmaz ama gözlem her zaman kanıtın arkasında yatar. Mesela bir cinayet işlenmişse genelde katil dışında bunu gören ve bilen yoktur. Fakat dedektifler(polisler), belirli bir şüpheliyi işaret eden birçok gözlemi biraraya getirebiliriler. Mesela cinayete sebep olan bıçağın üzerinde bulunan parmak izleri birisiyle eşleşirse bu, o kişinin bu bıçağa dokunduğunun kanıtıdır ancak cinayeti işlediğini göstermez, (cinayetten vazgeçip bıçağı fırlatmış ve eldivenli başka biri bıçağı alıp cinayeti işlemiş olabilir.) Bir dedektif birçok gözlemi bir arada düşünür ve cinayeti falanca kişinin işlemişse herşeyin yerli yerine oturduğunu ve anlam kazandığını farkeder.
Bilim insanları da genelde dedektifler gibi çalışır. Neyin doğru olabileceği ile ilgili bir tahmin yaparlar, buna hipotez denir. Mesela, dünya yuvarlaksa hep aynı yöne giden bir gezginin bir süre sonra aynı yere gelmesini tahmin edebiliriz. Aynı şekilde bir doktor ilk bakışta sizin kızamık olabileceğiniz(olduğunuz değil) ile ilgili bir tahmin yapabilir. Gözlem yaparak(kırmızı noktalar var mı), dokunarak(ateşiniz var mı) ve duyarak(hırıltılı nefesiniz var mı) tahminini test eder, ve bu testlerin ardından kızamık teşhisini koyar.
Bilimsel metod adı verilen bu süreçle ilgili bir çok kitap ve internette bolca yazı var, bunları bu yayınlardan okuyarak takip edebilirsin. Şimdiye kadar, birşeye inanmak için tek doğru sebep olan 'kanıt'ın nasıl kullanılabileceğini anlatmaya çalıştım. Mektubumun bundan sonraki kısmındaysa birşeye inanmak için üç yanlış sebep hakkında sizi uyarmak istiyorum. Bunlar; gelenek, otorite ve vahiydir.
İlk olarak gelenek. İnsanların çoğunun inançları bir kanıta dayanmaz. Sadece anne babalarının ve onların anne babalarının inançlarını sergilerler. Farklı dini inançları olan insanlarla konuşursan “biz müslümanlar şuna inanırız”, “biz yahudiler  buna inanırız”, “biz hristiyanlar daha farklı birşeye inanırız”, “biz budistler ise şuna  inanırız” gibi şeyler derler. Hepsi farklı şeylere inandığı için tabiki hepsi birden haklı olamaz. Bu kişilerin inançlarının hepsinin gelenekten geldiğini görebilirsiniz. İşte gelenek, inançların büyükanne ve büyükbabalardan çocuğun anne ve babasına, onlardan da çocuğa miras kalması ve böyle sürüp gitmesidir. Geleneksel inançlar çoğunlukla bir hiçlikten başlar, bazen de birileri bunları uydurur. Burda da inanmak ve bilmek arasındaki ince ayrımdan bahsetmek yerinde olur. İnanmak, açıklanamayan birşeyler için kılıf uydurmak gibidir, ve biz insanların esas ihtiyacı bu değildir, esas ihtiyacımız bilmektir, çünkü birşeyi bilince emin oluruz, bu çok rahatlatıcıdır. Birşeyleri bilemediğimiz zaman birileri o şeyi açıklamak için birşeyler uydurabilir ve önce kendisini sonra etrafındaki diğer kişiler buna inandırabilir. Tıpkı kuzey ülkelerinde bir zamanlar yaşayan insanların, şimşekleri yaratan şeyin Büyük Tanrı Thor'un çekiç sallaması olduğuna inanması gibi. Eski Mısırlılar da birçok şeyi açıklamak için Ra'ya, eski Yunanlar ise Zeus'a inanıyordu. Fakat birkaç yüzyıl aktarıldıktan sonra bunların çok eski olması durumu onları çok özel kılar. İnsanlar geleneklere işte bu yüzden bu kadar bağlıdırlar, yüzyıllardır buna inanmışlardır, elbette doğru olacaktır! Ta ki yeni bir inanç gelip bunları çöpe kaldırana kadar, çoğunlukla zorlama yoluyla.
Türkiyedeki çoğu insan Müslümandır ve Müslümanlığın Sünni mezhebindendir, fakat bu İslamdaki mezheplerden sadece biridir, bunun dışında Alevilik ve Haricilik gibi başka mezhepler de vardır. Bunlar da kendi içinde dallara ayrılır. Bunun dışında başka dinden insanlar da vardır. Hepsi farklı şeylere inanırlar. Küçük farklar yüzünden olsa bile insanlar birbirleriyle bu yüzden savaşırlar. Savaştıklarına göre, inandıkları şeye inanmak için oldukça iyi nedenleri(kanıtları) olması gerektiğini düşünebilirsiniz, ama gerçekte hepsinin kökeni farklı geleneklerdir. Mesela sünnilikte, hanefi mezhebinde bir erkeğin kadınlarla el sıkışması normalken, şafiilikte günahtır. Bu yüzyıllar boyu böyle yapıldığı için şafiiler buna inanırlar. Bir geleneği savaş sonucu o ülkeyi istila eden insanlar yıkabileceği gibi az sonra değineceğim bir otorite de yıkabilir, bu da kişinin kendi içinde geleneği mi yoksa otoriteye mi daha çok önem vermesine göre değişebilir.
Aktarılan mucize hikayeleri de geleneğin bir ürünüdür. İslam dinindeki insanlar Muhammed Peygamberin ayı ikiye böldüğüne, Museviler Musa Peygamberin denizi ikiye ayırdığına, Hristiyanlar İsa’nın suyun üzerinde yürüdüğüne, İslamın mezheplerinden alevilik inancındaki insanlar Pir Sultan Abdalın bağlı olduğu idam sehpasından bir anda yokolduğuna, Nur cemaatinden insanlar Said Nursinin dev bir yılanla dövüştüğüne inanır, çünkü birileri bunları uydurmuştur ve yüzyıllar boyunca bu anlatılagelmiştir. Zaten mucizelerin hep fotoğraf makinesi ve kameraların icadından önce veya bunların bulunmadığı uzak yerlerde meydana gelmiş olması bana hep manidar gelmiştir.
Gelenek konusunda mektubumun son kısımlarında tekrar döneceğim, şimdi sırada birşeye inanmak için öne sürülen diğer iki kötü sebep var.
Birşeye inanmak için sizi uyarmak istediğim ikinci neden otoritedir. Bu, önemli bir insanın size birşeye inanmanız gerektiğini söylemesi demektir. İslam dünyasında bir zamanlar en önemli dini otorite halife idi, şimdi ülkemizde bu görev Diyanet İşleri Başkanındadır. Ancak özellikle doğuda bazı yerlerde ise şeyh ve şıh gibi kişiler çok daha yüksek bir otoriteyi temsil edebilmektedir. Bu kişilerin söylemleri üzerine insanlar malesef bazen hiç sorgulamadan kızlarını bile öldürebilmektedir. Korkunç birşey öyle değil mi?
Bilimde de bazen kanıtı kendimiz görmeyiz ve başka birinin sözüne güvenmek zorunda kalırız. Mesela dünyanın yuvarlak olduğunu, ışığın saniyede 300.000 km hızla ilerlediğinin kanıtını kendi gözlerimle görmedim, bunun yerine bana dünyanın yuvarlak olduğunu ve ışık hızını anlatan kitapları okur ve onlara güvenirim. Bu bir nevi otorite gibi gözükür ama aslında otoriteden daha iyidir çünkü bu kitapları yazan insanlar kanıtı görmüştür ve görmek isteyen herkese de açık olduğunu belirtirler, işte bu çok rahatlatıcıdır, çünkü bu bilgi sadece bilimadamlarına saklı kalmamaktadır, herkesin erişimine açıktır.
Otorite sadece din alanında yoktur çocuklarım, şuanda çok anlamadığınız ama büyüyünce anlayacak duruma geleceğiniz siyaset alanında da otoriteler vardır. Hani hergün haberlerde çıkan yaşlı amcalar var ya işte onlardan bahsediyorum. Onlar da belirli düşüncelere göre kendi aralarında ayrışırlar. Biz vatandaşlar da bunların bazı düşüncesini beğenerek onlara destek veririz, oy kullanırız. Bu konuda şuan için fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama, bilmenizi istediğim tek şey otoriteyi her zaman sorgulayabilmelisiniz. Bu otorite, şuan yaşamayan birisi de olabilir. Bizler şuan Atatürkümüzü çok seviyoruz, onun yaptıklarını takdirle anıyoruz, ona minnet duyuyoruz. Ama bu demek değildir ki Atatürkün söyledikleri her zaman doğru kalacaktır. Nasıl marketten aldığımız her ürünün bir son kullanım tarihi varsa, fikirlerin de son kullanım tarihi olabilir. Öyle bir zaman gelecektir ki, Atatürkün söyledikleri de artık geçerliliğini yitirmiş olacaktır. Ama içiniz rahat olsun, şuan için bu konuda bir değişiklik olmadığını, Atatürkümüzün fikirlerinin sapasağlam ayakta durduğunu da bilmenizi isterim, kendisi o kadar ilerici ve yenilikçi bir insandı ki onun fikirlerinin güncelliğini yitirmesi uzuuuuun yıllar alacaktır. Umudum odur ki, siz de bu mektubu kendi çocuklarınıza iletesiniz, ki zamanı geldiğinde onlar ne demek istediklerimi anlayıp doğru olanı yapacaklardır.
Gelelim birşeye inanmak için üçüncü kötü sebebe, bu vahiydir. Az önce söylediğim Diyanet İşleri Başkanının yapacağını pek sanmam ama eğer bir şeyh veya şıh gibi, resmi makamlardan daha uzak ulan bir otorite, bir karar aldığında veya bir bildirimde bulunduğunda bunu nasıl yaptığını sorarsanız size çok büyük ihtimalle kendisine vahiyle bildirildiğini söyleyecektir. Kendisini odaya kapattı, ve Tanrının ona yol göstermesi için dualar etti, düşündü, düşündü, düşündü ve kendi içinde gittikçe daha fazla emin oldu. Otoriteyle vahiy etkisi birleştiğinde ise bazen karşı konulmaz bir güç olabilir. Mesela yine doğu illerimizden birinde şafii mezhebinden bir şıh kendisine vahiy geldiğini söyleyerek kadınlarla el sıkışmanın günah olmadığını söylerse yüzyıllardan beri gelen gelenek yıkılabilir.
Dindar insanlar kendi içlerinde birşeyin doğru olması gerektiğini hissederlerse bunun doğru olması için hiçbir kanıt olmasa bile bu hislerine vahiy ismini verirler. Vahiy aldığını iddia edenler sadece şeyhler ve şıhlar değildir, birçok dindar insan da iddia eder. Bu, inandıkları şeylere inanmalarının temel sebeplerinden birisidir. Ama bu doğru bir sebep midir?
İnsanların bazen içsel hisleri olabilir, bunların bir kısmı gerçekleşmez bir kısmı ise gerçekleşebilir. Bu yüzden, içsel hisler ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar her zaman kanıtla desteklenmelidir, aksi halde bunlar güvenilmezdir.
İçsel sezgiler, bilimde de değerlidir çocuklar ama sadece daha sonra kanıtlar arayarak sınayacağın fikirler vermesi için. Bir bilim adamı, içsel sezgisini hemen test etmeli ve kanıt bulmak için belli bir yönteme başvurmalıdır, zaten bilim insanlarının çoğunun yaptığı, kanıt bulmak için içsel sezgilerini kullanmaktır, ama bunların kanıtla desteklenmediği sürece değerleri yoktur.
Geleneğe tekrar geri dönüyorum ve ona farklı bir açıdan bakacağım. Şimdi size geleneğin bizim için neden bu kadar önemli olduğunu açıklamak istiyorum. Çocukların ilk öğretmeni anne babalarıdır, ilk bildikleri herşeyi onlardan öğrenirler. Sonra da okul başlar. Anne babadan öğrenilen bilgilerin çoğunluğu, okulda öğrenilenlerin de bir kısmı gelenek kaynaklıdır. Çocuğun beyni bu geleneksel bilgiler dahil olmak üzere tüm bilgileri bir sünger gibi emer. Ve bir çocuktan, iyi ve faydalı geleneksel bilgiyi; şeytanlar, cinler, melekler gibi saçma, kanıtsız, dayanaksız kısacası faydasız geleneksel bilgiden ayırt etmesi beklenemez.
Çocukların, geleneksek bilgiyi emmek zorunda olmaları sebebiyle, doğru ve yanlış, haklı ve haksız, büyüklerin onlara söyleyeceği herşeye muhtemelen inanacak olmaları çok acıdır, ama başka türlüsü de mümkün değildir. Yetişkinlerin onlara söylediği birçok şey doğrudur ve kanıtlara dayanır veya en azından mantıklıdır. Fakat eğer bu söylenenlerin bir kısmı yanlış, aptalca ve hatta ahlaksızcaysa  çocukları bunlara da inanmaktan koruyacak hiçbirşey yoktur. Peki, çocuklar büyüdüklerinde ne yaparlar? Tabiki bunu kendi çocuklarına anlatırlar. Bu yüzden birşeye kuvvetli bir şekilde inanıldığında o şey sonsuza kadar gidebilir.
Dinlerde olmuş olan şey bu olabilir mi? Bir tanrı veya tanrılar olduğu inancı, evrenin altı günde yaratıldığı inanıcı, peygamberlerin mucizeler gerçekleştirdiği inancı gibi birçok inanç düzgün kanıta dayanmaz. Yine de milyonlarca insan bunlara inanır. Belki de bunun sebebi, herşeye inanacak kadar küçük yaştayken bunlara inanmalarının söylenmesidir.
Milyonlarca diğer insan farklı şeylere inanır çünkü onlara çocukken farklı şeyler söylenmiştir. Hristiyanlara, İsa'nın Tanrının oğlu olduğu söylenmesi gibi. Her iki grup da kendilerinin haklı, diğerlerinin haksız olduğu konusunda tamamen ikna olarak büyümüştür.
Peki bütün bunlar hakkında ne yapılabilir? Bu konuda sizin bir şey yapmanız çok kolay değil, çünkü siz sadece 10 yaşındasınız. Ama şunu yapabilirsiniz: Bundan sonra birisi(bu ben, anneniz, öğretmeniniz de olabilir) size önemliymiş gibi görünen birşey söylerse, kendi kendinize şöyle düşünün: 'Bu söylenen şeyin bir kanıtı var mı? Yoksa bu, insanların sadece gelenek, otorite veya vahiy yüzünden inandığı türden birşey mi?' Ve bundan sonra birisi size birşeyin doğru olduğunu söylediğinde, neden onlara şunu sormayasınız: 'Bunun için ne gibi bir kanıtınız var?' Ve eğer size iyi bir cevap veremezlerse, umarım size söylediklerinin tek kelimesine bile inanmadan önce çok dikkatli düşünürsünüz.
Canım çocuklarım, bu mektuptaki bazı şeyleri anlamamış olabilirsiniz, bu nedenle bu mektubu her yaş günününde birkez daha okumanızı ve yeni edindiğiniz bilgiler ışığında tekrar değerlendirmenizi dilerim.
Bilim kılavuzunuz olsun.
Sizi çok seven babanız.
3 Mart 2012

8 Ekim 2014 Çarşamba

Aptal Tutarlılığı(Foolish Consistency)

Bu yazının başlığı psikolojideki bir olguya aittir. Bu olguya göre, insanların bir kısmı bir karar aldıklarında, bir seçim yaptıklarında, daha sonraki gelişmeler bu kararın/seçimin yanlış olduğunu gösterse bile bu kararla tutarlı kalmaya çalışma eğilimindedirler.(Aslında bu kavram, ünlü düşünür Emerson'a aittir ancak psikolojide de yer bulmuştur)
Mesela bir cep telefonu aldınız diyelim, ancak bu telefonun aşırı pahalı olduğu konusunda tüm arkadaşlarınız hemfikirken siz kazıklanmış olduğunuz gerçeğini kabul etmek yerine yaptığınız bu seçimle tutarlı olmaya çalışırsanız, işte bu psikolojik girdaba girmişsiniz demektir. Telefonun çeşitli özelliklerinden bahsederek kendinizi(seçiminizi) savunmaya çalışırsınız, arkadaşlarınız aynı özelliklere sahip başka telefonların daha ucuz olduğunu söyler, siz yine başka özelliklerden bahsedersiniz. Vurucu darbe, bir arkadaşınızın aynı telefonu aynı dönemde % 30 daha ucuza aldığını söylediğinde gelir, ama siz yine ikna olmazsınız, onun telefonunun garanti kapsamında olmayabileceğini falan düşünürsünüz. Artık sizi ikna etmek mümkün değildir.(Araba, kamera, bilgisayar v.s tüm cihaz ve araçlar konusunda benzer örneklerle karşılaşmak oldukça olasıdır)
Kocasının kendisini aldattığı söylenen ezik kadınlarda da bu bazen ortaya çıkabilir. Başka bir kadınla romantik bir yemek yerken gördüklerini söylerler, kadın 'belki de iş yemeği yiyorlardı' diye düşünür. Kocası sık sık toplantılara gitmeye başlar. 'Çok çalışıyor' diye düşünür. Çünkü o doğru erkekle evlendiği konusunda oldukça ikna olmuş durumdadır. Ailesi dahil birçok kişinin uyarılarına kulak asmamış ve o adamla evlenmiştir. Bu tür kişiler “Ben demiştim” lafını duymaya da dayanamazlar.
Bir başka örnek çocuk yetiştirmeyle ilgili verilebilir. Diyelim çocuğunuzu belli bir okula göndermeye karar verdiniz. Ama eşiniz o okul hakkında çok kötü duyumlar aldı ve sizi vazgeçirmeye çalışıyor. Siz dinlemiyorsunuz, çünkü kendinizde araştırma yapmış(sadece 1 kişiyle konuştunuz belki de) ve orasının iyi bir okul olduğu konusunda kendinizi ikna ettiniz. Karar artık alınmıştır. Verdiğiniz kararın yanlış olduğunu, yanlış bir karar verebilme potansiyeline sahip olduğunuzu kabul etmek, başkalarının sizin bu açığınızı bulduklarını bilmek sizi adeta yer bitirir. Yine de arkadaşlarınıza sorar, internette araştırısınız, genellikle o okulun kötü bir okul olduğuna dair yorumlarla karşılaşırsınız. Eğer aptalca tutarlılık esiriyseniz çocuğunuza kötü bir geleceği hediye etmiş olursunuz.
Aslında bu olgunun en sık karşımıza çıktığı yerlerden biri siyaset dünyasıdır. Diyelim X partisine oy veriyorsunuz.  Bu partinin belediyesinin yanlış bir icrası yüzünden çocuğunuzun bacağı kopmuş olsun(Geçenlerde benzer bir olay İstanbul’da olmuştu) Siz bu duygunun esiriyseniz 'kan akması iyidir' gibi bir laf edebilirsiniz, çünkü partinize toz konduramazsınız. Daha kötüsü olsa, çocuğunuz ölse ve siz bu duygunun ölümüne esiri olmuşsanız 'şikayetçi değilim, oğlum zaten hayata küskündü, ölmek istiyordu, tanrı onu yanına aldı" gibi tüyler ürpertici açıklamalarda bulunabilirsiniz. Bu sadece muhafazakar parti seçmeninde değil laik parti seçmeninde mevcuttur. Atatürk veya bir başka büyük liderin hoş olmayan uygulamalarından bahsettiğinizde başlıktaki olgunun esiri olan kişiler gereksiz savunmaya geçerler, çünkü onlar Atatürk'ün kusursuz olduğu fikriyle tutarlı olmaya çalışmaktadırlar.
Bu kavramla en sık karşılaşılan bir diğer alan da dinlerdir. Aslında çocuk yaşta ailelerimiz tarafından adımıza alınan, kendimize ait olmayan bu kararlarla tutarlı olmaya çalışmak oldukça düşündürücüdür. İnsanlara inandıkları kutsal kitapla ilgili ne kadar bilim ve mantık dışı ögeler olduğu, bir kutsal kitapta olmaması gereken ne kadar çok şey olduğu gösterilse, inandıkları yüce kişilerin bazısının hiç yaşamadığı söylense, yaşayanların da hayat tarzlarının o kadar da yüce olmadıklarına dair kesitler sunulsa bile kendilerinin yapmadıkları bu seçimle tutarlı olmaya çalışırlar ve genelde kendilerini komik durumuna düşüren savunma çabalarına girerler. Neredeyse hiçbirinin ağzından, “Ben bunu bi araştırayım” lafı bile çıkmaz.
Peki, bu olgu bilim dünyasındaki insanların başına hiç mi gelmiyor? Gelmez olur mu, hem de en büyük fizikçi olarak bilinen Einstein’ın bile başına gelmiştir. Kendi teorisi olan ‘Genel Görelilik’ Einstein’ı oldukça rahatsız etmekteydi. Çünkü bu teoriye göre evren sabit değil dinamikti. Oysa Einstein, evrenin durağan olması gerektiğini düşünüyordu(herhangi bir bilimsel veri olmamasına rağmen)
Bir süre sonra gidip kendi denklemlerini bu önyargısı nedeniyle değiştirdi ve teoriye ‘kozmolojik sabit’ diye bir şey ekledi. Bu sabit sayesinde evreni ‘durağan’ kılacağını düşünüyordu, yani durağan evren önyargısıyla tutarlı olmaya çalışıyordu. Ama kısa bir süre sonra Hubble isimli bir astronom tarafından evrenin sabit değil genişlemekte olduğu keşfedildi. Yıllar sonra, Einstein bu kozmolojik sabit için en büyük hatamdı diyecekti.(Not:90'larda kozmolojik sabit fikri tekrar popüler olacaktı ancak biraz daha farklı şekilde, bu detaylara girmeyeceğim)
İste böyle, zihnimiz her zaman taze, yeni fikirlerin girişine izin veren bir şekilde durursa, kısacası kafayı her zaman önyargılardan, tabulardan bağımsız bir şekilde işletirsek fikirler bizim değil biz fikirlerin efendisi oluruz ve bir zamanlar yaptığımız seçimlerle, bize öğretilen ideolojilerle, tabularla tutarlı kalmaya çalışmayız, doğru neyse ona varmaya çalışırız.
Ha bu arada bir de benim gibileri vardır. Yanlış bir karar aldığımda ve bu bana başkaları tarafından fark ettirildiğinde duruma göre egom ağır basabilir ve hatamı hemen kabul etmeyebilirim, ama kısa bir süre sonra, çaktırmadan, yavaş yavaş kabul ederim, hatta bir bakmışsınız ki bi anda hatalı kararımın zıttının en büyük savunucusu bile olmuşumdur :) O yüzden insanlara başlıktaki etiketi vurmadan önce onlara biraz zaman tanımakta fayda var. Kaydadeğer bir zaman geçmesine rağmen hala fikrini değiştirmiyorsa o zaman aptalca tutarlığın esiridir diyebilirsiniz.