9 Temmuz 2017 Pazar

Bir uzaylı istilası

"Yüce tanrımız kutsal kitabımızda bize yol gösteriyor" dedi MCX9001 galaksisinin en büyük medeniyetinin bulunduğu Shandura gezenenin ruhani lideri ve aynı zamanda bir asker olan Komutan Zalimos, ve derhal hazırlıkların başlanmasını emretti.

Yüksek teknolojileri sayesinde aranan şey çabukça bulundu. Ve hemen o zamana kadar görülmemiş büyüklükteki uzay gemisinin inşasına da başlandı. Dünya koşullarında olsa yapımı belki 50 dünya yılı sürecek olan gemi 1 dünya ayında yapıldı. Gezegendeki  saryon(insan gibi oranın en gelişmiş canlısı) nüfusunun %10u gemiye binecekti, buna rağmen geminin sadece % 1'lik kısmı dolmuş olacaktı. Gemide boş yer lazımdı, zira saryonların büyük bir kısmı "yemek" beklemekteydi, gemi yemekle ve çiftlik hayvanıyla doldurulacaktı

Tabi bir yandan, yolculuğa şiddetle karşı çıkan saryonlar da vardı:Muhalifler. Onlara göre Shanduralı askerlerin hayatı boş yere riske atılıyordu. Nasıl bir medeniyetle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Tamam, kuantum bilgisayarları onlara, aranan şeyin bulunduğu gezegenin yüksek bir medeniyet olmadığını dolayısıyla tehdit oluşturmadığını gösteriyordu ancak yine de belli olmazdı, 80 ışık yılı öteden ölçüm yaparken hata paylarını da dikkate almak gerekirdi. Gerçi kuantum bilgisayarının hata yapma olasılığı 100 trilyonda 1'di ama yine de muhalifler bir umutla bu olasılığı dile getiriyorlardı. Tek dile getirdikleri bu olasılık değil, ayrıca yapılacak işlemin hiç de etik olmadığını, vicdansızlık olduğunu dile getiriyorlar, liderlerini bu işten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlara göre açlık sorununa başka çözümler de getirilebilinirdi, zaten kendileri de bu çözümü hali hazırda uyguluyorlardı.

Evet, Shandura'nın bu muhalif kesiminin açlığa çözümü oranın yerel bitkilerini taklit etmekten geçmekteydi. İleri gen teknolojileriyle o gezegene özgü siyonabakterilerin genlerini kendilerine aktarmışlar, hatta sonraki yıllarda daha da ileri giderek, bu bakterileri yeni doğan çocuklarının zigotlarına enjekte ettirmişler ve bu bakterilerin, bu işlem uygulanan bebeklerin hücrelerinin bir parçası olması sağlanmıştı. Tıpkı 8 milyar yıl önce gezegenlerinde hakim süren bu bakterilerin bu gezegendeki ilkel bitki hücrelerinin içine girip onlara fotosentez denen enerji üretim yöntemini kazandırdıkları gibi, bu yeni doğanlar da fotosentez yapma kabiliyetine sahip olmuşlardı. Bu ırk artık "yeşilimsiler" diye anılıyordu. Tek sorun, fotosentez sürecinin biraz uzun sürmesiydi ve Martunanın(bizim güneşimize benzer yıldızları) ışığına ihtiyaç olmasıydı. Kapalı havada da fotosentez olmaktaydı ancak işlem çok daha uzun sürmekteydi. Şöyle ki, günlük enerji ihtiyacının alınması için açık havada 2 saate yakın fotosentez yapılmalıyken, kapalı havada bu işlem 3 saati bulabilmekteydi. Gezegendeki 1 gün ise sadece 12 saat sürüyordu. Ancak bu gezegendeki canlıların uyku diye bir derdi yoktu. Buradaki evrim koşulları uyku mekanizmasını geliştirmemişti. O yüzden 12 sat içinde 2-3 saat çok da büyük bir kayıp değildi. Ama etçil grup ise beslenmeye günde sadece yarım saat ayırdıkları için hallerinden memnundular. Üstelik et yemeyi seviyorlardı da. Et yemek, onlar için sadece beslenme değil, hayattan keyif alma biçimiydi.

Bütün bunlardan önce bu yeşilimsi yeni ırk bir tür vejeteryanlık ve veganlık sürecinden geçmişti. Ancak bir süre sonra, gerek hastalıkların önlenmesi(evet bitkisel beslenmek de hastalık nedeniydi) gerekse bitkileri kesip yemenin hayvanları kesip öldürmekten bir farkı olmadığını düşüncesinin yerleşmesiyle farklı yöntem arayışlarına girilmişti. İşte böylece yeşilimsi ırkın yolu da açılmış oldu. Tabi Shandura'da halkın bir kısmı hala otçul(vejeteryan/vegan) hayata devam ediyordu. Bu iki kesim yani otçullarla yeşilimsiler, toplam nüfusun yaklaşık yarısını oluşturuyordu ama gücü ellerinde bulunduranlar etoburlardı.

Muhaliflerin eleştirileriyle uğraşmanın yanında, besin azlığıyla da mücadele eden etoburların fazla vakti kalmamıştı. Zira, kısa süre önce doğaya aşırı müdahaleleri nedeniyle, besin zinciri kırılmış, ayrıca bakterilerin yaydığı hayvan hastalıkları nedeniyle çiftlik hayvanlarının büyük çoğunluğu telef olmuştu. Elde kalanların da çoğu yakın zamanda bitecekti ve hastalıklar nedeniyle kısırlaşan hayvanlar artık çok düşük yüzdelerde çiftleşebiliyor ve yeni bireyler meydana getirebiliyorlardı. Vakit daralmıştı.

İşte böyle bir zamanda artık çoktan bıraktıkları "dinleri" geldi komutan Zalimosun aklına. Aslında aklına gelen fikir başkaydı, ve basitti ama bu fikri hayata geçirebilmesi için bazı engellerin kalkması gerekiyordu. Bu fikrini uygulamaya koyabilmesi için yüzyıllarca önce kurulan galaktik barış anlaşmasının kırılması gerekiyordu. Tanrı emri, her tür anlaşmanını üzerindeydi ne de olsa. Resmi olarak bu din bırakılmış olsa da, bu Tanrıya hala birçok Shanduralı inanıyordu. Onları ikna etmek kolay olacaktı, muhalifler istediği kadar karşı çıksınlardı. Ve tüm gezegende yapılan referandum sonucunda küçük bir farkla "Tanrının vaad ettiği nimetlere kavuşma" kararı çıktı. "Evrenin her köşesine sizler için nimetler yarattım, onlardan faydalanın, ve bana karnınızı doyurduğum için şükredin" diye yazıyordu ilgili ayette. Saryonlar artık "Mademki tanrımız bize evrenin her yerindeki besinlere ulaşma imkanı vermiş bize de yemek düşer" diyordu.

Gemi hazırdı. Vakit gelmiş, herkes gemiye binmişti. Kuantum ışınlama yoluyla çalışacak olan geminin istikameti Yerel Kümenin diğer ucunda bulunan Samanyolu isimli galaksinin küçük bir yıldızının etrafında dönen küçük mavi bir gezegendi. Buradan alacakları besinlerin niteliğini uzaktan ölçmek pek mümkün değildi. Gezegene indikten sonra önce tehdit durumu ölçülecek, güçlü bir tehdit görülmezse hemen gıda analizi yapılacaktı. Çeşitli örnekler toplanacak ve en faydalı besin belirlendikten sonra, bunlardan belli sayıda canlı alınıp götürülecekti. Canlı sayısını, ilgili canlının doğurganlık süresi belirleyecekti, o yüzden kısa sürede doğum yapan ancak besin değeri ve hastalık direnci de yüksek olan bir canlı olması gerekiyordu.

Ve hareket başladı. Gemi öncelikle gezenin yeterince yüksek bir bölgesine usul usul çıktı. Yeterli yüksekliğe geldiğinde durdu ve ışınlaması için geri sayım başladı. 3,2,1. Muazzam bir beyaz ışık tüm Shandurayı sardı. Işınlama sırasında çıkan enerji o kadar fazlaydı ki sadece ışık değil dehşet bir ısıyı da açığa çıkarmıştı, o yüzden yeterince yükseğe çıkması gerekiyordu. Aksi halde saryonları büyük kısmı ya yanar ya kör olurlardı.

Gemi, kuantum dolanıklık prensibine göre çalışıyordu. Işık hızından daha hızlı gitmenin bir yolunu bulan yüksek Shandura medeniyeti için istedikleri yere anında ışınlamak bir problem değildi ve öyle de oldu, 1 sn bile sürmeden Güneş sisteminin içine gelmişlerdi. NASA'nın bilgisayarları hemen alarm vermeye başladı ancak artık önlem için çok geçti. Tüm ülkelerin askeri birlikleri olağanüstü bir hal ile bir araya geldi. Tüm uçaklar seferber edildi. Televizyonlarda sürekli devasa uzay gemisiyle ilgili haberler akıyordu ve herkes işi gücü bırakmış bu gemiyi konuşuyordu. Her zaman filmlerde gördükleri bu gemi sonunda gerçekten gelmişti. Yine filmlerdeki gibi herkes bu geminin bir tehdit oluşturup oluşturmadığını merak ediyordu. O sıralarda Shandura gemisindeki tehdit algılama gemicikleri etrafa yayılmış, dünyadaki canlıların sadece bir türünün(insan) küçük bir tehdit oluşturacağını, diğerlerinin zararsız olduğunu belirten raporları Zalimosa getirmişlerdi. İnsandan gelebilecek küçük tehditi de berataraf etmek için küçük bir operasyon yeterli olacaktı. Shanduralı teknisyenler bunun için güneşi kullanacaktı.

Bilgisayarlarını buna göre programladılar ve Güneşten gelen radyasyonun etkisini 100 bin kat artırarak dünyaya büyük bir hızla gönderdiler. Güçlü elektromanyetik dalga bütün elektronik aletleri, uçakları, uyduları v.s işlemez hale getirdi.

İnsanlar büyük panikle sağa sola kaçmaya başladılar. Askeri birlikler ise yerden konvansiyonel silahlarla uzay gemisine ateş açıyorlardı ancak nafileydi. Bi kere mühimmatın büyük kısmı gemiye ulaşmıyordu, ulaşanlar ise işe yaramıyrordu. Çünkü gemi bir hayalet gemi gibi davranıyordu. Filmlerde görünen manyetik kalkan falan yoktu. Geminin içinde kuantum süperpozisyonlama teknolojisyle çalışan bir motor vardı. Geminin tam merkezinde bulunan bu motor, gemi çapı kadar alan içindeki herşeyin atomlar arası bağlarını saniyenin tirilyonda biri kadar sürede kırıp tekrar kuruyordu. Tüm bu süreçte atomların merkezindeki proton ve nötronlarla etraflarındaki elektron bulutu arasındaki boşluk gerçek anlamda ortaya çıkıyor ve milyarda birlik bir alana sahip olan katı kütle devasa boşluğun içinde adeta okyanusta damla haline geliyordu. İşte insanların silahları okyanustaki bu damlaya ateş ediyor gibiydiler. Kısacası gemiyi vurmaları pratik olarak imkansızdı ve açılan kurşunlar gemi içinden, gemiyi oluşturan tüm malzeme ve saryonların atomları arasından geçip gidiyordu. Zaten kısa süre sonra bu konvansiyonel ateşleme merkezleri de imha edildi. Artık insanoğlunun savunması kalmamıştı.

Zalimos fazla oyalanmak istemiyordu. Analiz gemilerini hemen dünyanın dört bir tarafına yaydı. Hızla analiz yapan mikro analiz gemileri, eti olan tüm canlıları yani hayvanları besin değeri, lezzet, doğurganlık süresi ve hastalık direnci kriterlerine göre hızlıca analiz ettiler ve 4 kritere göre puanlama yaptılar. En yüksek puanı alan canlı türü "İnsan"dı. Lezzet açısından da, doğurganlık süresi açısından da, besin değeri açısından da insandan daha üstün hayvanlar yok değildi, ancak insan vücudunda özellikle kol ve bacaklarda bulunan bir protein Shanduradaki hastalıklara karşı direnci sağlayacak gibi görünüyordu.

Zalimos, askeri teçhizatla yüklü gemilerine saldırı emri verdi. Yanlarında süper hızlı dönen hızarlarla donanmış gemiler etrafa yayılıp insan avlamaya başladılar. Hızarlar dönüyor, kol ve bacakları anında gövdelerden ayırıyor, geminin arkasındaki robotik kol da bu parçaları havada yakalıyordu. Yere düşen binlerce gövdenin kafasından çıkan çığlıklar ise tüm dünyayı kaplamıştı. Deposu dolan gemiler ana gemiye gidip yüklerini boşaltıyor ve geri geliyorlardı. Gövdelerin acı içindeki kafaları, kolsuz ve bacaksız yanlarına düşen diğer gövdelere bakıyor, artık uyuşmuş vücutlarının azıcık kalan enerjisiyle kafalarını anca hareket ettirip birbirlerine bir şeyler demeye çalışıyordu. Anneler babalar sürünerek çocuklarına gitmeye çalışıyor, sevgililer birbirlerine son kez bakıyor, az sonra kendilerini kucaklayacak ölümü sessizce bekliyorlardı. İçlerinden bazısının hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken bazısı son saniyelerini "Acaba koyunlar ve ineklere de böyle mi hissediyor" diye düşünüyor, bazısı da "Tanrım, nolur bize yardım et" diye dua ediyordu. Kimisi Allah'a, kimisi İsa'ya kimisi Yehovaya, kimisi Vişnuya, kimisi de yerel tanrısına. Ama görünen o ki, Shandura'nın Tanrısı dünyalıların Tanrılarına üstün gelmişti. Mı acaba? Yoksa bu çatışma Tanrılar arasında değil de iki gezegenin hakim ırkları arasında mıydı? Bu yaşananlar, güçlünün zayıfı ezmesi miydi?

Ana gemi yeteri miktarda insan kol ve bacağı ile dolmuştu Bunlar Shanduraları bir süre idare ederdi, sıra gelmişti bu insanların çiftliklerde yetiştirilme işine. Uzun vadede Shanduranın açlık sıkıntısının çözümü insan türünde, daha doğrusu insan etindeydi. Bir an önce çiftleştirme işlemine ve seri üretime geçilmesi gerekiyordu. Zira gemideki kol ve bacaklar saryonları en fazla 8 ay idare ederdi.

Sıra çiftlik gemilerinin gönderimine gelmişti. Bunlar da en iri yarı ve sağlıklı insanları arayıp buluyor, bunları hızlıca yakalayıp ana gemiye götürüyorlardı. Yakalanan insanlar çığlık içinde bağırıyor, uzaylılarla konuşmaya çalışıyordu. Tabi dertlerini anlatamıyordu. Saryonlar bu insanların sesini hiç de beğenmemişti, "ne zırvalıyorlardı" acaba.

Yeterli miktarda insan da toplandıktan sonra, ana gemi tüm askerlere dönüş talimatı verdi. Tüm askeri gemiler ana gemiye döndükten sonra da ışınlama için geri sayım başladı. 3,2,1. Bu sefer yükselme gereği bile duymamışlardı, birkaç insan cayır cayır yansa da çok önemli değildi, zaten az önce yaptıklarının da yakmaktan kalır yanı yoktu. Ateş topu dünyanın önemli bir kısmını etkisi altına alırken insan dahil birçok canlı da muazzam ışık nedeniyle kör olmuştu.

Shandurada herkes büyük umutla uzay gemilerini bekliyordu. Haber gelmişti, 1 yıla yakın besin ve sonraki yıllar için çiftliklerde yetiştirilmek üzere yeterli miktarda hastalık direnci bulunan hayvan(insan) bulunmuştu. O yüzden halkın büyük kesimi dört gözle gemiyi bekliyordu. Gökyüzünde aniden beliren gölge bi anda herkesin yukarı bakmasına neden oldu. Gemiyi gören herkes büyük bir alkış fırtınası kopardı. Büyük bir şölen havası vardı.

Hemen hazırlıklara başlandı, kol ve bacaklardan oluşan besinlerin büyük kısmı soğuk hava depolarına gönderiliyor, küçük bir kısmı ise gezegenin her yerine dağıtım için sevkiyat araçlarına bindiriliyordu. Tüm bu iğrenç hengameyi izleyen muhalifler ise birkaç gün sonra aralarında temsilciler seçip, Zalimosa gönderdi. Temsilcilerin lideri, "Yaptığınız katliamın kamera kayıtlarını izledik. Size söyleyecek bir şey bulamıyoruz. Olan oldu bir kere, ancak toplayıp getirdiğiniz bu hayvanları(insan) derhal serbest bırakmanızı ve onları kendi dünyalarına geri göndermenizi rica ediyoruz" dedi.

Zalimos yanındaki kurmaylara bakıp kahkahayı patlattı. "Buraya bu saçmalık için mi geldiniz? Söyleyecek başka şeyiniz yoksa şimdi defolun gidin buradan" diye ekledi. Ancak temsilcilerin gitmeye niyeti yoktu. Zalimosa vejeteryanlık ve fotosentez yöntemini bir kez daha detaylıca anlattılar. Fotosentez süresinin düşürülmesi için çalışmalar yaptıklarını, araştırmalarını fonlanması durumunda süreleri oldukça düşebileceğinden bahsediyorlardı. Ancak bu nafile bir çabaydı. Zalimosun ne vejeteryanlıkla ne de fotosentezin süresiyle ilgili bir derdi vardı. Fotosentez isterse 1 sn sürsündü, umurunda değildi. O "et yemeyi seviyordu", bu zevkinden vazgeçmek istemiyordu.

Elleri boş dönen muhalifler, sokaklarda standlar kuruyor, pasif eylemler yapıyorlardı. Yapılan işlemin büyük katliam olduğunu, bu insan denen canlıların da kendilerininki kadar büyük olmasa bile bir medeniyet kurduğunu, onların da bir ailesi olabileceğini, hatta katliam sırasındaki kamera kayıtlarının bunu gösterdiğini anlattılar. Ama hepsi nafileydi. Standların önüne gelen saryonlar, muhaliflere küfür ediyor, onlara zor anlar yaşatıyordu. "Aç mı kalalım yani" diyenler, "Tanrımız bize bu hakkı vermiş, size noluyor?" diyenler, "Bizim saatlerce fotosentez yapacak vaktimiz yok" diyenler, "Ot yemek istemiyorum, et yemeyi de seviyorum kardeşim size ne, bize niye karışıyorsunuz, biz size karışıyor muyuz" diyenler oluyordu. Muhaliflerin çabası hiç sonuç vermedi.

O sıralarda çiftliklere yerleştirilen insanlar, zorla birbirleriyle çiftleştiriliyor, ve üstelik çok kötü koşullarda bakılıyorlardı. Aradan 8 ay geçtikten sonra, yemek stokları iyice tükenen saryonlar artık isyan etmeye başlamış, çiftliklerin önünden eylem yapmaya başlamışlardı. Bazı çiftliklerde ise zorla içeri girme vakaları olmuştu. Açlıktan ölmek üzere olan birkaç saryon çiftliklere girip zorla birkaç kadının karnını canlı canlı yarıp içindeki bebekleri alıp kaçmışlardı. Bu vahşice eylemler Zalimosun bile tüylerini diken diken etmişti. Benzer olaylara karışanlar için idam cezası getirilmişti. Yine muhaliflerin de baskısı sonucunda çiftliklerdeki insanların hayat koşulları da biraz daha iyileştirilmişti. 9.ayın sonunda et bolluğu yaşandı. Kısa süre insanlar tekrar çifltleştirildi.

Çiftliklerin içinde ise, bazı erkek insanlar hallerinden memnundu. Çiftleştikleri kadınlar çok güzel olmasa da daha önce hiç cinsel ilişkileri olmadığı için hallerine dua ediyorlardı. "İyi ki gelmişiz buraya" diyorlardı ama taki yaşlılık belirtisi gösterip kas kitlesi erimeye başlayana kadar. Sonrasında bir robot alıp onları kesimhaneye götürüyordu. Tabi insanlar dünyadaki hayvanlara benzemiyordu, başlarına ne geleceğini biliyorlardı, buralardan kaçıp kurtulmanın yollarını da arıyorlardı ama nafile. Karşılarındaki medeniyet kendilerinden çok çok üstündü. Buradan kaçış yoktu.

Shandurada hayat bir süre tekrar canlandı. İnsan üretimi ve çiftçilik çok başarılı olmuştu. Gezegendeki saryonların açlık sorunu bitmişti. Muhaliflerin her geçen gün artan gücü ve baskısı sayesinde çiftliklerdeki insanların da koşulları da yıldan yıla daha da iyileşiyordu ama hala bebekken kesilen çocuklardan(bebek eti çok lezzetliydi) tutun, bir şekilde bu hayata alışıp orada kendi çapına bir aile kuran insanların göreceli "en mutlu" anlarında bir anda bir robot tarafından alınıp kesimhaneye götürülmesi, ve bir törenle canlı canlı kol ve bacaklarının koparılması gibi rutinler devam ediyordu.

Shandura eski güzel günlerine kavuşmuştu. Herkes çok mutluydu, muhalifler bile artık duruma alışmıştı, kendi üstlerine düşen herşeyi yaptıklarını düşünüyorlardı. Hatta son durumda insani kesim koşulları da getirilmiş, kesimhaneye götürülen insanlar artık törenle kesilmiyordu. Zira Shanduralı psikologlar insanların tören sırasında korktuklarını, korkunca da safra keselerinin patlayıp kana zehirli maddeler karıştırdığını ileri sürmüşlerdi. O yüzden kesim öncesinde bayıltılıyor, ondan sonra kesiliyorlardı..Üstelik aynı dönemlerde dişi insanların memelerinden çıkan sütün çok değerli proteinler içerdiği, bu sütü içen saryonların hafıza ve dikkat gibi bilişsel faaliyetlerinde büyük iyileşmelerin olduğu görülmüştü. Bu sebeple, kadınlar doğumdan hemen sonra sağımhanelere götürülüp sağılıyorlardı.

Shandura eski günlerinden de parlak günler yaşıyordu. Ama bu mutluluk ne kadar sürdü dersiniz? 50 bin ışıkyılı uzaktaki MRT8500 galaksisinden gelen ve Shanduradaki canlı nüfusun neredeyse tamamını bir anda yiyip bitiren ahtapotumsu göçebe avcılar çıkıp gelene kadar.

Ne de olsa galaktik barış bozulmuştu. Bu haber evrenin her yerine yayılmıştı. Kısa sürede galaksiler arası ışınlanma sayısında büyük artış meydana gelmişti. Yiyecek sorunu yaşayan tüm "uygar"lıklar çareyi başka galaksilerdeki besin kaynaklarında arıyordu. Halbuki evrenin bize verdiği muazzam enerji kaynaklarını bi görselerdi...

Şuan evrenin çok uzak bir noktasında ise fotosentezi başarıyla adapte eden canlılar hayatlarını barış içinde yaşıyorlar. Evrenin kendilerine verdikleri tüm güzellikleri deneyimliyorlar. Üstelik geliştirdikleri teknolojileri sayesinde kendilerine saldırmaya kimse cesaret edemiyor, saldıranlar ise barışçıl bir şekilde etkisiz hale getiriliyor. Bunların genetiği anında değiştirilip gezegenini bitki örtüsüne dahil ediliyorlar.

Onlar Hakikati görenler. Onlar Evrenle bir olanlar. Onlar barışçıl yeşilimsiler. Onlar her tür canlı hayatına saygı duyanlar.


17 Ekim 2015 Cumartesi

Tarihe not:su siralar neler yapiyorum

Karanlik bir dönemden geciyoruz su siralar. Cok karanlik ve hüzünlü. Insanlar ölüyor ve siddet devam ediyor. Umarim isler daha kotulesmez ve umarim 2 hafta sonraki secimle aydinlik gunlere giden ilk adimi atmis oluruz.
Hayat devam ediyor yine de. Ben de bu arabesk yasamin icinde kulagi tirmalayan bir ses olmaya çalışıyor, kendi senfonimi yasamaya calisiyorum. Bi kere dunya tatlisi iki yavrum var, onlarla vakit qecirmek cok guzel. Hala ilk dogduklari zamanda oldugu gibi eve kosarak gidiyorum, onlari opucuge bogmak icin. Hic mi birbirimizi yemiyoruz, yemez miyiz, hele doruk yok mu doruk, tam bir basbelasi olabiliyor:) ama yine de dunyanin rn tatli oglu bence o. 2-3 yasindaki tatliliklari kalmadi ama bu sefer de o tatli konusmalari yokmu, onlari dinlemek o kadar keyifliki :)
Baska neler yapiyorum. Su siralar bir yandan Excelent isimli excel add-ini üzerinde çalışıyorum bir yandan da insanlarin bunu indirecegi web sayfam uzerinde calisiyorum. Yilsonuna bitirmeyi planliuorum. Bakalim kendime verdigim bu hedefi tutturabilecekmiyim.
Bir yandan cocuk gelisim kitaplarimi okuyor diğer yandan benim icin bir hobiden de ote olan hatta tutku diyebilirim evrenbilim, kuantum teorisi, evrim teorisi ve bilinç konularindaki kitaplari ardi arkasina devirmeye devam ediyorum. Tabi su sira Excelent nedeniyle okumalar yavasladi. Okumalar yavasladi amat bu tutkularimi konuyla ilgili filmlerle de gidermeye calisiyorum. Simdi kayinpederle bizde ve birazdan meltemle birlikte Marsli filmine gidecegiz.
Son olarak spor faaliyelerime de degineyim. Bu yazin basindan beri duzenli olmasa da mumkun oldugunca her haftasonu bisiklet suruyorum. Hatta bu sabah da bi 15 km surdum. Yeri gelmisken belirteyim, biz turklerin medenilestigini tek bir seye bakarak soyleyecegiz, trafige. Ne zaman ki soforler birbirine saygili oldugundda, yol kapmaya calismadiginda, kavsaklarda yogunluk varken yolun ortasında durmak yerine yerinde beklediginde ve trafigi altüst etmediginde, bisikletlilere ve yayalara saygi duyduklarinda v.s v.s iste o zaman medenilestik diyecegiz, ki yakin gelecekte biyle birsey beklemedigimi uzulerek belirtmek isterim.

Iste boyle, tarihe kucuk bir not dusmek istedim.
Saglicakla kalin


12 Eylül 2015 Cumartesi

Çifte Standartlar Dünyası




Hayatın her alanında karşılaşıyorum çifte standartlarla. Ben de yapmıyor değilim tabiki. En çok da politik, tarihi ve dini konularda çıkıyor bu konu karşıma.
Bunların farkında olduğumuzda belki biraz daha dikkatli yorum yapar, ve belki biraz daha empatik insanlar oluruz diye düşünüyorum.

İşte size birkaç örnek:(Hemen baştan söylemek isterim ki, tamamen tarafsız konumdayım, olumlu/olumsuz bir örneği savunduğum düşünülmemelidir)

- Müslümanlar canlı canlı kurban keserken bu ibadettir, ancak Çinliler yine kendilerinin ayini olan canlı canlı köpek pişirdiğinde bu vahşettir.(Gerçi bu eleştiriyi yapanlar içinde istakoz yiyen kişilerin olması da ilginçtir, sanki istakoz ağaçta yetişiyor)

- Atatürk tek başına mı kazandı lan Kurtuluş Savaşını diye Atatürkün askeri dehasını önemsiz göstermek isterler, ama herhalde onlara göre Fatih İstanbulu tek başına almıştır, Kanuni de Fantastik Dörtlü üyesi olup iki kolunu şöyle bi uzatarak Viyanayı çepeçevre sarmış ve kuşatmıştır. (Atatürk kadar taş düşsün başına Shrek seni)

- Özellikle muhafazakar kesim Gavur kelimesini hakaret amaçlı kullanır, ama o çok sevdikleri Osmanlı padişahlarının nerdeyse hepsinin anasının Gavur olduğu söylendiğinde sesleri çıkmaz.

- Türkler Avrupayı inletirken ses yok, hatta bunu övüne övüne anlatırlar; ancak Amerika aynısını yaparken Şeytan addedilir.(Herkesin bi şeytanlık sırası var kardeşim)

- Biri sokakta bi kediye/köpeğe kötü davrandığında alçaktır, pisliktir, ama kendisi kebapları mideye indirirken bu kadar düşünceli değildir, herhalde etin yerden çıktığını düşünüyor(Zalım seni)

- Tayyip neden sarayda kalıyor diye sorarız ama Atatürk neden Dolmabahçe'de kaldı diye sormayız.(Çünkü Atatürk ne yapsa doğrudur, o sorgulanamaz, hadsiz!)

- Türkler, Anadoluyu işgal edip Bizanslıları(Rumları) yurdundan ederken masum, Yunanlar eski vatanlarını geri almak istediklerinde haydut olurlar.(Hain Constantin)

- Çoook eskilerden biri çıkıp da "Ben tanrıyla konuşuyorum" derse Peygamber denirdi, şimdi ise böyle kişilere deli/meczup denir. Neden?

- Atatürk devrimleri yaparken(ki bunların bir kısmı beraberinde yasaklamalar getirirdi;şapka-fes gibi) devrimcidir, büyük adamdır, aynısını muhafazakarlar yaptığında ya tü kaka, ya görmezden gel.

- Türkler kürtlere dışkı yedirdiğinde, popolarına jop soktuğunda, sistematik bir şekilde asimilasyona tabi tutmaya çalıştığında ses yok, şehit haberleriye keyifler kaçtığında zalim teröristler.

- Devlet, vatandaşlara karşı korkutucu(terrifying) bir iş yaptığında o Devlettir, ama bir grup insan devlete karşı yapınca adı terörist olur. Kimse de nedenini sorgulamaz, sanki insanlar durup dururken devlete sataşmışlardır.(Bkz:Gezi olayları, hepimizi terörist ilan etmediler mi?Hatırla, sen de oradaydın, ulan hepiniz oradaydınız be!)

- Doğulu/Ortadoğulu birisi bi kabahat işlediğinde herkes üstüne çullanır. Bi batılı aynısını yapsa hafif bir kınama yeterli olur.

- İnsanlar, hayvanları köleleştirip bir de sonrasında onları afiyetle yiyince hiç sorun yok, Uzaylılar dünyayı işgale geldiğinde Yaratık da olurlar Canavar da(Sensin yaratık)

- Avrupa ülkelerinde bi hintli kendi özel başlığı ile dolaştığında, avrupaya ne kadar özgürlükçü deriz, burada türban(siyasi simge olsun olmasın kime ne) giymek isteyenler ise gerici yaftasını yemekten kurtulamaz.

- Kürtler şöyle kürtler böyle falan filan, ama sözkonusu Uygurlar olunca auuuuuwwww.

- Hz.Muhammedin 12 hanımı (aslında daha fazladır, resmi literatüre 12 girmiştir) olduğunda o onları korumak için evlenmiştir, gayet normaldir, şimdi 4 karısı olana yuh çekilir. (Belki onlar da koruyacak kardeşim nereden biliyorsun)

- Atatürk, Musul ve Kerkükü İngilizlere bırakarak başarısızlık gösterdi diyorlar, ama Süleyman Şah Türbesinin komedi bir şekilde taşınmasını destan gibi anlatıyorlar(Valla bak paşam mezardan çıkıp kovalayacak sizi. Benim eleştirilerim gibi görece daha makul eleştiriler yapsanız kimse gülmeyecek size ama artık kabak tadı veriyorsunuz)

- Bir zamanlar Bulgarlar Türkleri asimile etmeye çalışıyor diye onlara çok kızar, küfrederdik, Aydan Şenerli filmleri izler ağlardık, ama biz Türkler Kürtleri asimile etmeye kalktığımızda ses yok, (Zaten sonra onlara terörist diyip işin içinden kurtulduk)

- İngilizlere kızarız, hindiye Turkey dedikleri için, ama biz de baharata baharat(yani Hindistan) deriz. Çünkü baharat bu topraklara oralardan gelmiş, tıpkı hindinin İngiltereye arap topraklarından gelmesi gibi, ki o zamanlar arap toprakları Osmanlıdaydı, o yüzden Turkey demişler)(Muz cumhuriyeti şeklinde bir hakaret ifademizin de olduğunu unutmamak lazım)

- Atatürk Güneş Dil Teorisi gibi uçuk fikirleri savunurken milliyetçi,vatansever ve zamanının ilerisinde denir, Tayyip Erdoğan veya başka bir muhafazakar benzer uçuk bir şey söylediğinde dalga geçilir.(Hepsine gülelim kardeşim)

- Kemal kılıçdaroğlu SGK'yı batırdı, yolsuzluk yaptı derler, ama 17-25 aralık için Günah İşleme Özgürlüğüne karışmayın derler.

.....daha çok var ama ara ara ekliycem artık.

11 Ocak 2015 Pazar

Yasam ve ölüm


Bu yazimi, bu hafta 22 yasinda kaybettigimiz Ugurumuza ithaf ediyorum.

Kabul etmek gerekir ki icinde yasadigimiz dünyanin iyi yönleri olsa da çok boktan bir dünya. Hayvanların canlı canlı birbirini parcaladigi, yine insanlarin hayvanlari canli canli kestigi, kadinlarin ve hatta bazen erkek cocuklarin tecavuze uğradığı, yaslilarimizin tabiriyle sıralı ölümlerin olmadığı, gencecik çocukların topraga verildigi boktan bi dunya. Icine dogdugumuz bu dunyanin baslangic sartlarini degistiremeyecegimize gore mevcut pisligi nasil azaltabiliriz diye kafa yormali insanoglu. Bu yazimda bu sorunlardan ölüme, özellikle vakitsiz ölüme deginmek istedim.

Konuya öncelikle bilimsel ve felsefi acidan(biraz duygusuz ve soguk gozukebilir, üzgünüm) bakmak isterim sonra da siyasi ve yönetsel açıdan irdeliycem.

Ölümü bir SON anlaminda ele alırsak ölüm diye birşey yoktur aslinda, zira bir yokolma olgusu yoktur ölümde, onun yerine dönüşüm vardır. İnsan vücudu dahil tum madde nerdeyse tamamen boşluktan oluşur. Maddeyi kati halde gösteren sey maddenin kendisi değil atomlar arasındaki elektromanyetik kuvvettir. Sadece toplu ignenin milyarda birinden kucuk bir parcamiz uzayi isgal ettigi düşünülen maddeden(proton, elektron ve nötron) oluşur ki bunlar da saf enerjinin higgs alanı ile iliskiye gecmesi neticesinde kutle kazanip uzayi isgal eder ve einsteinin unlu denklemine gore bu madde de enerjiden baska birşey degildir. Bu durumda eger biz boşluktan oluşan bir enerji kumesiysek öldüğümüzde de ortadan kaybolan bir madde yoktur, dönüşen bir enerji vardir ve bu enerji tekrar yeryüzünde başka hayatlara katilarak varlığına devam eder. Peki bizden ayrılan kimdir, nedir? Ölen kişinin karakteridir, bilincidir, sesidir, gülüşüdür, ağĺayışıdır, üzüntüsüdür...Peki ondan kalan sadece fotoğrafları mıdır, videolari midir? Bence değildir. Onun sevdiği filmleri izlemek, onun okuduğu kitaplari okumak, dinledigi muzigi dinlemek, onun konuştuğu insanlarla konuşmak, varsa onun takip ettigi davayi devam ettirmek, yine varsa üyesi olduğu dernege uye olup onun amacina katkida bulunmak v.s bizi onunla bağlantıda tutacaktır. Hatta güç yetebiliyorsa adina bir vakif/dernek kurup burs vermek, muhtaclara yardimda bulunmak onu aramizda tutar. Bu arada yeri gelmişken organ bağışından da bahsetmekte fayda var. Ölen kişinin organlarının başka insanlara takılmasıyla hem o kişiler hayat bulacak hem de o kişinin bir parçası da hala yaşamaya devam edecektir.
Peki kisinin ozvarligina ne olur? Cogumuz buna ruh der ama ben bilinc diyeceğim. Bilinc o kadar derin ve hala tam cozulememis bir konu ki, net bisey demek mumkun degil. Inancim (daha doğrusu inancsizligim) geregi cennet ve cehennem olayına girmiycem tabiki ama icinizi rahatlatacaksa kisinin bilincinin kollektif bilince katıldığını ve bu şekilde varlığına devam ettigini düşünebilirsiniz. Özetle;  ölüm bizden maddi birsey koparmaz, çünkü madde zaten boşluk ve enerjidir dedik. Deneyimleri koparamaz, çünkü ondan kalanlarla o deneyimleri hayatta tutabilir onun adını çeşitli şeylerle yasatabiliriz dedik. Bilinci kaybolmaz, kollektif bilince katilir dedik. O halde nedir bizi uzen ölümün soğuk yüzünde. Kendi açımızdan bakınca ölenle yeni deneyimler yasayamayacagimiz olgusudur. Olen acisindan bakinca da onun özellikle erkenden ayrildiysa, yaşaması olası deneyimleri yasayamadan gitmesidir.  Baglayacak olursam, hayatin özü ve anlami deneyim yaratmaktir bence ve insanlar sevdikleriyle olası tüm deneyimleri ertelemeden yaşamalı ve ölüm geldiğinde "iyi ki" sayımızın "keşke" sayısından çooook daha fazla olmasını sağlamaya çalışmalıdır.

Gelelim olayı siyasi açıdan ele almaya.
Ölüm oranlarini azaltmak icin bir devlet neler yapabilir? Öncelikle dört kolla bilime sarilmalidir. Mesela bugunlerin haberi olan konuyu ele alalim:hastanelerde imam v.s istihdam edilmesi. Bu habere inanmak istemedim ama malesef 3.milenyumun turkiyesi bu halde. Peki olmasi gereken nedir. Benim cizgimi bilen bilir, ben dine de dolayısıyla diyanete de karşıyım. Diyanet lağvedilse ve onun bütçesi sağlık ve bilimsel arastirmaya ayrilsa çok can kurtulur, cok anababanin gözyaşı engellenir. Bunun ortası yok, ya bilime sarılıp duran kalpleri calistiricaz, hatta kalp durmadan once yedek kalp devreye girecek ve kisi kalp krizi gecirdigini bile anlamayacak,  ya da varligi şüpheli ilahın takdirine baglamaya devam edeceksiniz sevdiklerinizin vakitsiz ayrılışını. Ya her cocuk dunyaya geldiginde devlet tarafindan DNAsi incelenip genetik sorunları tespit edilip önceden tedbir alinacak, ya da 'mekani cennet olsun, allah daha cok seviyomus yanina almis' laflarini duyacaksiniz, o an çocuğunuzun cennete mi cehenneme mi gittigini hic dusunmeden, tek dileginiz ve dusuncenizin cocugunuzun yaninda olmasi iken. Ya hastanedeki imamin 'imani ve ameli iyiyse cennete gider' zirvasini dinlersiniz ya da 'yeni gelistirilen ... teknigiyle hayatta tutabildik veya ölümden döndürdük' diyen cerrahin Altın degerindeki ellerini öpüp öpüp durursunuz. Seçim sizin. Diyanetin ortadan kalkmasi icin ne yapilmasi gerektigine siz karar vereceksiniz. Ya da yukardaki gibi binlerce farkli senaryoyu yasadiginizda iki alternatifinizin oldugunu hatirlarsiniz.

Rahat uyu Ugurum...

21 Ekim 2014 Salı

Hayvan ciftligi

İngiltere’de bir yerlerde birçok hayvanın yaşadığı çiftlikte lider olan ihtiyar domuz bir gün bir rüya görür ve diğer hayvanları etrafında toplar, insanların hayvanları sömürdüğünü ve sonunda hepsini kesip yediklerini söyler. Ayaklanma çağrısında bulunur. Bir süre sonra yaşlı domuz ölür ve yerine 3 genç domuz geçer. İngiltere hayvanlar marşı bestelenir. İsyan hazırlığı başlar.
Bu arada diğer hayvanları sakinleştirmek için kuzgun onlara şeker dağını hatırlatır. “Burada ne kadar zulüm görürsek görelim ölünce hepimiz şeker dağına gidicez, isyana gerek yok” der. 3 domuz ise 'şeker dağı hikaye, inanmayın, hem oraya gidip de gören var mı?’ diye hayvanları ikna ederler.
Neyse bir süre sonra ayaklanırlar ve çiftliği ele geçirirler. Hayvanizm yasaları çıkarılır. Buna göre tüm iki ayaklılar düşmandır, alkol yasaktır, hayvan hayvanı öldürmez vs. vs. ve son olarak; "bütün hayvanlar eşittir".
Domuzlar artık tam kontroldedir. Nerdeyse herşeyi kendilerine ayırmakta, diğer hayvanları enayi yerine koymaktadırlar. 'Bizim beynimiz çok çalışıyor, o yüzden en çok biz yemeliyiz' derler. (Bana birilerini hatırlatıyor)
1.domuz en kötüsüdür,2.daha az kötü,3.domuz ise 1.nin yalakasıdır. 1.domuz sürekli marş söyleyen koyunları ve güvenliği sağlayan köpekleri arkasına almıstır. Domuz1 ile domuz2 ara ara tartışırlar, domuz2 öndeyse koyunlar hemen hayvanlar marşını söylemeye baslar, tabiki kimse bu marşı susturmaya cesaret edemez.
Soru sormak ve itiraz etmek isteyen hayvanlara, köpekler sivri dişlerini gösterirler, bu onları susturmaya yetmektedir. 
Gel zaman git zaman, çiftlikte olmayan ürünlerin sağlanması amacıyla değirmen inşaatına başlanır. Bir sure sonra kış şartları nedeniyle değirmen yıkılır. Çiftliktekileri sefil bir hayat teslim almıştır. Çiftliğin dışında durumun ne kadar kötü olduğuna dair söylentiler dolaşır ama domuzlar hemen yalan bilgi yayarak herkesi çok iyi durumda olduklarına inandırmaya çalışırlar. Bu arada tavukların yumurtalarına el konması sonucu da tavuklar isyan eder ama isyan çok sert bastırılır. Öldükleri yetmezmiş gibi bir de hırsız damgası yerler, zaten bu yüzden öldürülmüşlerdir. Zor zamanlarda İngiltere hayvanlar marşı söylenir ve tek yürek olunurdu ama artık bu da yasaklanmıştır zira bu marş isyan marşıdır. Şimdi ise isyan edecek bir durum yoktu!!!
Durumlar sürekli kötüleşiyordu ama resmi istatistiklere göre her yıl daha da zenginleşiyorlardı. Bu resmi verilere inanmayanlar idam ediliyordu.
Bir süre sonra çiftliğe insanlar saldırdı, hayvanları bozguna uğrattılar, değirmeni yıktılar. Bu durum hayvanları hayli kızdırdı ve sonunda insanları püskürttüler.
Bu arada farkettiyseniz tavukların ölümüyle hayvan hayvanı öldürmez yasası çoktan çiğnenmişti, şimdi bi de bira yapmayı öğrendiler ve alkol yasağı da çiğnenmiş oldu.
Çiftliğin sadık atı Boxer emekli olmayı bekliyordu, o yüzden de çok çalışıyordu. Birgün çok hastalandı. Onun için bir araba geldi ama ambulans değil, kasap. 3 gün sonra resmi açıklama geldi. Boxer için herşey yapılmış ancak kurtarılamamıştır. "Bazı kendini bilmezler, Boxer'ı bir kasabın götürdüğünü söylüyormuş, bu alçakca bir iftiradır, yalandır. Tamam gelen araba eskiden bir kasap arabasıymış ama artık ambulans olarak hizmet görüyor".
Yıllar geçer, çiftlik zenginleşir ama hayvanlar değil sadece domuz ve köpekler. artık her hafta bir bayram kutlanır, bu da hayvanları oyalamaktadır.
Bir zaman sonra tüm domuzlar iki ayak üstünde yürümeye başlarlar. Tüm kanunlar lağvedilir, biri hariç: "tüm hayvanlar eşittir". Ama görünen o ki bazıları daha fazla eşitti!!
Artık insanlar da çiftliğe geliyordu. yemekler, ziyafetler, oyunlar... Ama bir süre sonra aralarında kavga çıkar. Tüm hayvanlar kavgayı izlemekteydi. Hangilerinin insan hangilerinin domuz olduğunu ayırt edemiyorlardı...

14 Ekim 2014 Salı

Empati (Doğu sorunu üzerine empatik bir yaklaşım)

Paralel evrende 3000li yılların başında neler oluyor olabilir, göz atmak ister miydiniz?

Kuantum teorisinin bir yorumuna göre, mevcut durumdaki bütün olasılıklar birbirinden farklı evrenlerde ilerlemeye devam eder. Biz şuanda bu evrenlerden birindeyiz. Farz edelim ki, bir başka evrende Zübeyde hanım bir çocukken ölmüş, ve Atatürk doğmamıştır.

Tarih 1919’u göstermekte, Osmanlı teslim bayrağını çekmiş ve Yunanlar Anadoluyu ele geçirmiştir.
Aradan birkaç yüzyıl geçer, dilleri ve dinleri farklı olsa da yemekleriyle, müzikleriyle, kültürleriyle birbirine yakın olan Türkler ve Yunanlar zamanın da etkisiyle artık kardeş olmuştur. Uzun süre beraber mutlu mesut yaşarlar. Zaman zaman yine bölgesel savaşlar çıkar, Rusya gibi büyük komşu devletere karşı omuz omuza savaştıkları bile olur. Hem Yunanlardan hem Türklerden çok  asker ölmüştür bu savaşlarda, ama sonuçta bütün hepsinde ülkeyi(Büyük Yunanistan) birlikte savunurlar.

Yunanlar zamanla çok büyük bir devlet haline gelirler, bunların bu kadar büyümesinden hoşlanmayan diğer devletler Yunan devletini çökertmenin çaresini bu toprakların en büyük iki etnik grubu arasına, Yunanlar ve Türkler arasına nifak sokmakta bulur. Bazı Türk gençleri bunun için ayarlanır ve birgün bir okulda Yunan andı okunurken bir Türk genci “Yunan olduğum için gururluyum” demek yerine, “Ben Yunan değilim, Türküm” diye bağırır ve bu iki millet arasına sokulan ilk nifak tohumu olur. Olaylar yaygınlaşır, bazı noktalarda isyanlar çıkar ama kısa sürede bastırılır. Bu arada Yunanlar kendilerine kurulan tuzaktan bihaber “Tamam özünüzde Türk olabilirsiniz ama biz burda Yunan derken Yunan toprakları üzerinden yaşayan herkesi kastediyoruz, bu bizim halkları birleştirme politikası gereği oluşturduğumuz bir söylemdir, anayasamıza göre bu toprak üzerinde yaşayan herkes Yunandır” gibi söylemlerle Türkleri Yunan olduklarına ikna etmeye çalışır. Çeşitli gerilimler sonucu Yunan devleti asimilasyona başlar, “Burası Yunan toprağı, anadilimiz de Yunanca, bizim alfabemiz tüm Avrupa medeniyetlerinin alfabesinin kökenidir, medeniyetimiz tüm Avrupa medeniyetinin kökenini oluşturur, sizin köklerinizi oluşturan Türkler ise barbar göçebe kavimleridir, insanlığa da çok büyük bir katkısı olmamıştır” der, bunları diyerek yüzlerce yıldır süregelen Türk-Yunan kardeşliğini baltaladıklarını farkında bile değillerdir. Bazı isyancı Türk gençler ise kendi çaplarında birşeyler açıklamaya çalışır, Türklerin de bir medeniyet kurduğunu v.s anlatır ama bunlar Yunan devletine tırıvırı olarak gelmektedir. Devlet bakar ki, isyancı Türkler geri adım atmayacak, şunları biraz ezeyim der, ve dış mihrakların ekmeğine yağ sürer, çünkü asimilasyon tüm Türklere yönelik yapılmaktadır, sadece isyankar olanlara değil. Önce Türkçe yasaklanır, sonra Türkler önemli kadrolara getirilmemeye başlanır, birçok yerden dışlanırlar, Türk bölgelerine yatırım yapılmaz, Türklere karşı yoğun bir ayrımcılık başgösterir. Yıllar geçer, arada birçok tatsız tuzsuz olay olur, Türklerin sabrı sürekli zorlanmaktadır ve birgün bi grup Türk dağa çıkar, Büyük Türkiye Örgütünü (BTÖ) kurarak özgürlük mücadelesi başlatırlar. Artık Yunan devleti gözünde onlar teröristtir. Uzun yıllar bu terör(!) olayları devam eder, gerek Türklerin yaptığı terör saldırıları(ki Türkler bunu terör olarak görmezler), gerek Yunan devletinin askeri operasyoları(ki esas bunlar Türkler tarafından terör olarak adlandırılır) sonucunda binlerce insan ölür. Bir süre kimsenin aklına “yahu bu Türkler ne istiyor” sorusunu sormak gelmez, gerek devlet, gerek ordu gerek medya Türklere terörist damgasını vurmuş, Yunan halkına da bunu bu şekilde belletilmiştir. Türklerin bir kısmı sadece kendilerine insan gibi davranılmasını, etnik kimliklerinin korunmasını isterken bir kısmıysa ayrı devlet haline gelmek ister. “Hoooop orda dur” der Yunan. “Bu ülke bizim, bu ülkeyi biz kurduk” der. Türk de derki, “yav ben zaten yüzlerce yıl burdaydım, sen geldin benim toprağımı işgal ettin, üstelik sen bu ülkeyi kurduktan sonra senle her savaşta omuz omuza savaşmadım mı”. Yunan bu lafları duymazdan gelir, Türk aynı şeyleri yineleyip durur. Yunan halkı da medyası da “hele bak şu şerefsizlere, onları 1. Dünya savaşında tamamen yeryüzünden silmediğimize dua etmiyorlar, o kadar insanımızı öldürüyorlar, kalkıp bi de bağımsız olmaya çalışıyorlar” mesajlarına ağırlık verir. Her Yunan askeri öldürülüşünde insanlar galeyana gelir, küfür kıyamet kopar gider, Türklerden de televizyona çıkıp “Yunan özel timleri köylerimizi basıyor, kızlarımıza tecavüz ediyor......” gibi önemsiz(!) gerekçeler sunarken Yunan halkının büyük çoğunluğu “Az bile yapıyolar size şerefsizler, sizin topunuzu s...mek lazım” gibi insanlıktan nasibi almamış ifadeler dile getirirler.

Bu arada bazı Türk gruplarının ayrı devlet olmaya çalışması gerçekten kendi isteği midir, yoksa dış mihrakların oyunu mudur, orası hala bilinmez. Şu bir gerçektir ki, istedikleri bazı haklar vardır, o da Yunanlarla eşit olmak. Bunun aynı topraklar üzerinde mi sağlanacağı, farklı bir devlet kurulup da onun üzerinde mi sağlanacağı söylentidir, dezenformasyondur: Yok Türkler dış güçlerin oyununa geliyor, onların kuklası oluyor, yok derin Yunan devleti Türkleri el altından destekliyor, yok Türkler aslında bağımsız bir Türk devleti değil de büyük Arabistanın kurulmasını sağlamak için taşeron görevi görüyor, v.s. v.s. her kafadan bir ses çıkar. Kimse de olayın aslını astarını net olarak bilmeden ahkam kesip durur, ama herkes kendince olayın aslını biliyordur!

Herkes çözüm önerisi aramakta, insanlar ölmesin istenmektedir. Belki Yunan devletinin Türklerin bağımsızlığını tanıması gerekiyor, ama bunun sonuçlarını iyi düşünmeleri lazım. Türk devleti kurulduktan sonra acaba dış güçler Türkleri bu topraktan atıp oraya kendileri yerleşecek ve Yunanların büyümesini mi engelleyecek, belki de amaçları tamamen Yunanları yoketmektir, kimbilir! Belki de bütün bunlar komple teorisidir, Türkler artık başka bir milletin boyunduruğu altında yaşamak istememektedir, tamam bu ülkeyi Yunanlar kurmuştur, ama bu çok eskidendi, ondan önce de Türkler burdaydı, ayrıca komşu devletlerle olan savaşlarda onlar yer almasaydı belki Yunan devleti çoktan yıkılırdı, o yüzden bu topraklar onların da hakkıdır, ve kendilerini yöneten insanlardan memnun olmadıkları, çok baskı gördükleri için de ayrılmak istiyor da olabilirler, bilinmez.

Bütün bu söylentiler olup giderken Yunan devleti kimsenin beklemediği birşey yapar: Devlet büyükleri uzun diyaloglar sonucunda bu terörist grupları etkisiz hale getirmenin yolunu bulmuştur, BTÖ’nün arkasındaki halk desteğini çekmek, zira bu örgütün arkasında ne kadar dış güç olursa olsun esas lokomotif güç Türk halkından gelmektedir. Analiz doğrudur, arkadaki dış güç sadece besleyendir, istedikleri kadar beslensinler, omuzlarına çıkamayacakları bir halk olmadığı sürece asla ayakta duramayacaklardır. Yaptıkları ise çok basittir: Türklerden samimi bir özür dilemek. Ve cumhurbaşkanı TV’ye çıkıp meşhur konuşmasını yapar: “Sevgili Türk yurttaşlarım, 50 yıldır ülkemiz topraklarında çok kan döküldü, hem bizden hem sizden. Bütün bunların nedeni ülkemize kurulan tuzağı göremeyen basiretsiz politikacılarımızdır, biz bu acıların yaşanmasını artık istemiyoruz, eminim sizler de istemiyorsunuzdur. Sizlere çok büyük yanlışlıklar yaptık Türk kardeşlerim, sizi hakir gördük, çok özür dileriz, yaşanan bütün acılar için çok üzgünüz, ama size söz veriyor ve anayasal güvence sunuyoruz; size her tür hak sağlanacak, biz devlet olarak hepinizin anasıyız babasıyız, siz evlatlarımız arasında ayrım göstermiycez, siz de Yunanlar da her yönden eşit olacaksınız, hepinizi eşit seveceğiz. Ama gelin bu topraklarda birlikte yaşayalım, birlikten kuvvet doğar, güçlerimizi bölmeyelim, kolay lokma haline gelmeyelim, kimsenin ekmeğine yağ sürmeyelim, gelin bu ülkeyi birlikte yönetelim”.

Bu çağrı Türk toplumunda büyük kabul görür ve bundan sonraki seçimlerde ayrılıkçı Türkleri Yunan meclisinde temsil eden parti 1 milletvekili bile çıkaramaz ve bunun üzerine kendilerini feshederler. Arkasında derin devlet mi vardı, dış güçler mi vardı, yoksa sadece halk mı vardı bilinmez ama BTÖ de gelişmeler üzerine kendini fesheder, çünkü hep savunduğu “30 milyon kişi bizim yönlendirdiğimiz partiye oy veriyor, demek hareketimizi destekliyorlar” tezi geçerli değildir, hala terör faaliyetlerini sürdürebilecek güçte olsalar bile bundan sonra dünya kamuoyu önünde destek bulamayacaklarının farkındadırlar. Zira artık kaşınacak bir yara kalmamıştır, hastalıklı vücut iyileşmiştir. Ve iki halk şiddetten uzak bir ortamda mutlu mesut yaşadılar.

Bu yukardaki senaryo, Türkiye gerçeği ile birebir örtüşmeyebilir, derin bir tarihsel araştırma yapmadım, kendi çapımdaki bilgi birikimimle bir hikaye oluşturmaya çalıştım ama biraz olsun benzerlikler görmüşsünüzdür diye umuyor ve herkesi biraz empatik ve sağduyulu olmaya davet ediyorum.

Herkesin memnun olacağı, herkesin kazanacağı bir çözüm bulunması dileğiyle...